AÇLIĞIN KİTAPLARI

(Bu yazı 28 Mart 2017’de oggito.com’da yayımlanmıştır)

Jack London’ın 1902 yılında Londra’nın Doğu Yakası’nda yaşadığı deneyimlerini anlattığı Uçurum İnsanları, George Orwell’in hem Paris hem Londra’da içine girdiği sefaleti ve beş parasız geçirdiği günleri anlattığı Paris ve Londra’da Beş Parasız ve tabii ki Norveçli romancı Knut Hamsun’un ünlü bir yazar olma sevdasıyla yanıp tutuşurken açlıkla pençeleşen bir gencin öyküsünü anlattığı Açlık romanları, arka arkaya okunduğunda birbirini tamamlayan, yokluğu ve sefaleti daha da artıran bir etki yaratıyor insanın üzerinde.

Bu üç roman, anlattığı insanların sefaletini bireysel olarak ortaya koymakla yetinmiyor; 19.yüzyıl Avrupası’nın ne büyük bir fakirlik içinde kavrulduğunu da gözler önüne seriyor. Yayımlanış sırasına göre bakarsak önce Açlık‘tan söz edelim. Hamsun bu romanı 1888’de Oslo’da (o zamanki adı Kristiana) yazmaya başlamıştı. Romandan bazı parçalar bir dergide yayımlandı. Tamamlanmış şekliyle kitap, yazar adı verilmeden 1890’da çıktı. Asıl adı Knud Pedersen olan Knut Hamsun, Oslo’da geçirdiği çile dolu günleri anlatıyor romanında. İş bulamadı, yazılarını yayımlayacak gazete bulamadı, aç kaldı. Bir yıl bu hayata katlandıysa da daha fazla dayanamadı. 1886 yılında ABD’ye gitti. İki yıl sonra Avrupa’ya dönmek üzere yola çıktı. Vapur Oslo’ya gelip bir gün sonra Kopenhag’a gitmek üzere demirleyince Hamsun karaya çıkmadı, çıkamadı. Bu şehirde geçirdiği acı günlerin tekrarlanmasından ürküyordu. Öyle acı dolu günlerdi ki Hamsun o günlerde açlığından kendi parmağını ısırıp yemeye çalışmıştı: “Beynimde bir şey kıpırdamaya başladı; alttan alta yol bulmaya çabalayan bir düşünce, çılgınca bir esintiydi bu: Parmağımı ısırıversem? Hiç düşünmeden gözlerimi yumdum, dişlerimi bastırdım.” (1)

Ünlü bir yazar olma hayalini bir türlü gerçekleştiremeyen genç yazar, açlık çektiği günlerde insanlıktan çıktığını çok çarpıcı bir dille anlatır. Ölmeyi özlediğini, geçen her günün kendisini ruhen ve bedenen bitiren bir işkenceye dönüştüğünü okurlarıyla paylaşır. Ceketinin ceplerinden birini yırtar ve ağzına götürüp emmeye başlar. Karnını doyurmak için koca şehirde giriştiği umutsuz mücadele onu o kadar yorar ki sonunda bir gemiye binip ülkesinden kaçar. Roman da orada biter. Dayanılmaz yoksulluğu anlatan diğer yazarımız ise Jack London ‘dır. Uçurum İnsanları romanında London açlığı bizzat kendisi tecrübe eder ve 1902 yazında Doğu Londra’nın sefaletle yüklü sokaklarına korkmadan dalar. Önce kıyafetini değiştirmekle başlar işe, berduşların giydiği eski ve yırtık kıyafetlere bürünür ve böylece dikkat çekmemeye çalışır. Ardından kendi ifadesiyle “engin ve pis kokulu denizine” dalar. Haftalığı 75 sente kiralanan bekâr odalarındaki yokluğu anlatır. Evlerde banyo yoktur. İnsanlar küçücük yerlerde neredeyse üst üste, pislik içinde uyumakta, hayal gücünden yoksun, aptal ve hantal insan yığınları gündüzleri boş boş Londra sokaklarında yürümektedir. Salvation Army gibi Hıristiyan hayır kurumları ve belediyenin ücretsiz yemek dağıttığı aşevlerinin önünde kuyruğa giren bu aç kalabalık çoğu kez sokaklarda uyumak zorunda kalmaktadır. Sanayi devrimini yaşayan Londra, kırsal bölgeden binlerce işsizi kendine çekmekte, iş bulma ümidiyle kente gelen köylüler, kendilerini bekleyen aç kurtların ve insan simsarlarının eline düşmektedir. Jack London şöyle yazıyor romanın bir bölümünde: “Çamurlu ve balgamlı kaldırımlardan, portakal, elma kabukları, üzüm salkımları topluyor ve bunları yiyorlardı. Dişleriyle yeşil erik çekirdeklerini kırıyorlar, içlerini yiyorlardı. Fasulye tanesi büyüklüğündeki ekmek kırıntılarını, kimsenin elma koçanı demeyeceği kadar kararmış ve pis elma koçanlarını topluyorlar, onları ağızlarına atıyorlar ve çiğneyip mideye indiriyorlardı. Ve bu, Tanrı’nın 1902 yılının 20 Ağustosunda, saat akşamın altısıyla yedisi arasında, dünyanın görüp görebileceği en büyük, en zengin ve en kuvvetli imparatorluğunun tam göbeğinde oluyordu.” (2)

Jack London, sanayi devrimi yıllarında İngiltere’deki çalışma koşullarını da anlatıyor. Saba hyediden akşam on buçuğa kadar çalışan aşçılar, haftada doksan beş saat çalışarak sadece beş dolar kazanabiliyormuş örneğin. Bakımsızlıktan veya açlıktan hastalanan bir işçinin hastaneye yatması da o kadar kolay değildi. Vereme yakalanan bir kişinin, hastane tarafından kabul edilse bile en azından dört ay sıra beklemesi gerekiyordu. London bize sayılar veriyor: “Londra’nın nüfusu İngiltere’nin toplam nüfusunun yedide biridir ve Londra’da her yıl dört yetişkinden biri ya düşkünler evinde ya hastanede ya da tımarhanede ölmektedir. Hali vakti yerinde olanları böyle bir sonun beklemediği gerçeğini göz önüne alırsak, her üç yetişkin işçiden en az birinin muhtaç bir halde öldüğü ortaya çıkar.” (3) Anlattıklarını Londra Kent Meclisi’nin sayılarıyla daha da somutlaştırıyor London. Sadece Londra’da belediyenin 123 bin yoksula baktığını, bütün İngiltere’de 8 milyon kişinin açlıkla boğuştuğunu yazar. Rakamları sık sık tekrarlar. Ünlü yazar bir belgesel gibi yazdığı kitabı için çalışanlarla da görüşmüş. Whitechapel’deki ceket imalathanelerinde çalışan kadın işçilerin günlük 12 saat çalışmalarının karşılığında 25 sentten daha az kazandıklarını öğrenmiş. Pantolon imalathanesinde çalışanlar ise haftalık 75 sent ile 1 dolar arasında para kazanıyorlarmış. Seyyar satıcıların haftalık ortalama kazançları ise 3 dolardan fazla değilmiş. Doğu Londra’da gezdiği ve bize anlattığı Hoxton, Spitalfields, Bethnal Green ve Whitechapel gibi semtlerin tamamen “gri ve ölü” olduklarını, her şeyin çaresiz, umutsuz, tekdüze ve pislik içinde olduğunu söyler: “İnsanların kendileri pistir, temizlik için yapılan herhangi bir girişim son derece komik bir şeymiş gibi ulumalı kahkahalarla karşılanır. Garip ve iğrenç kokular yağlı rüzgarla sürüklenerek gelir, yağmur yağdığında gökten su değil de daha çok yağ yağar gibidir. Kaldırım taşları yağlı köpük bağlar.” (4)

George Orwell de Paris ve Londra’da Beş Parasız adlı kitabında benzer bir manzara çizer. Her üç yazar da iş bulabilmek için ölümcül bir halde sokaklarda kilometrelerce yürürler. Soğuğa rağmen üstlerindeki kıyafetleri rehincilere bırakıp bir tas çorba içebilmenin ya da bir somun ekmek yemenin hesabını yaparlar. Orwell yoksullukla ilk temasını ilginç bir dille anlatır: “Yoksulluğun basit olacağını sanmışsınızdır; olağanüstü derecede karmaşıktır. Siz korkunç olacağını sanmışsınızdır, sefil ve sıkıcıdır. Yoksulluğun kendine has bayalığını keşfediyorsunuz, size yaşattığı değişiklikleri, cimriliğini ve kırıntıları silip süpürme halini.” (5)

Orwell önce Paris’te bulaşıkçılık yapmaya başlar. Şanslıdır. Onun yerinde olmak isteyen binlerce işsiz vardır, öyle ki günde 17 saat çalışmakta, durup dinlenmek, yemek yemek ve sigara içmek için verdikleri aralarda bile işten atılma tehlikesi yaşamaktadır. Yine de karnı tam doymamaktadır. Orwell açlığı şöyle tarif ediyor: “Açlık insanı omurgasız ve beyinsiz bir hale indirgiyor; bu açıdan en çok grip hastalığının yan etkilerine benzetilebilir. Kendinizi bir denizanası gibi ya da vücudunuzdaki tüm kan dışarı pompalanmış da yerine ılık su konmuş gibi hissediyorsunuz.” (6) Paris’te umduğunu bulamayan Orwell bir hastabakıcılık işi ayarladığı Londra’ya dönüyor. Ama ayarladığı iş olmuyor. Elindeki para bitince Orwell uyuyabilmek için tıpkı Jack London gibi barınma evlerine ve İngilizlerin “iğneli fıçı” dediği berduş evlerine sığınıyor. Onulmaz yorgunluğuna rağmen hastalıklar, iğrenç kokular, horultular ve tahtakurularıyla dolu küçücük odalarda uyuyabildiği anlara şükrediyor. Yardım evlerinde dağıtılan çay ve iki dilim yağlı ekmekle karnını doyuruyor. Romanda Orwell, tanıştığı Parislileri ve Londralıları anlatıyor, berduşların ve dilencilerin resmini çiziyor. Tıpkı Jack London gibi o da rakamlara yer veriyor. Örneğin, Londra Bölge Meclisi’nin 13 Şubat 1931 tarihli sayımı: “Geceyi sokaklarda geçirenler; 60 erkek, 18 kadın. Barınak ve evlerde geçirenler; 1057 erkek, 137 kadın. St.Martin in the Fields Kilisesi’nin mahzeninde; 88 erkek, 12 kadın. Geçici koğuş ve pansiyonlarda ise 674 erkek, 15 kadın.”7 Bu üç önemli romanda yazarların ve halkın yaşadığı sefil hayat üzerinden sanayi devrimi yıllarındaki 19.yüzyıl Avrupası’nın korkunç halini bir tablo gibi görüyoruz. Düşük gelirli Avrupa halklarının içinde bulunduğu inanılmaz yoksulluk, kentlerin yoksulluğu ve pisliği tek tek anlatılıyor. Açlığın insan ruhunda açtığı derin yaralar, fakirliğin verdiği aşağılık duygusu ve tüm temel ahlaki değerlerin yok olduğunu görüyoruz. Üç kitabın baş rolündeki yazarların, barınma, beslenme ve iş bulma konusunda can yakan durumlarla karşılaştığını, bu sorunları altedebilmek için diğer aç ve yoksul insanlarla boğuşmak zorunda kaldıklarını hatta zaman zaman ahlak sınırlarını aştıklarını görüyoruz. Çok ezici bir aşağılanma ve toplumdan dışlanma haline tanık oluyor, vicdan yaralayan diyaloglar okuyorsunuz. İnsana “paranın gözü kör olsun” dedirtecek bu haller, insan karakterinin düşebileceği çukurların ne kadar derin olduğunu göstererek üç romanı daha da okunur kılıyor. Üç büyük yazarın yukarıda anlattığım bu kitaplarını sadece edebiyat severler değil, Avrupa’nın 19.ve 20.yüzyılını, “sosyal ve ekonomik açıdan” incelemek isteyen araştırmacılar ve iktisat tarihçileri için de kaynak niteliği taşıyor.

(1) Açlık, Knut Hamsun, Çeviren: Behçet Necatigil, Varlık Yayınları, İstanbul, 2015, s.91 (2) Uçurum İnsanları, Jack London, Çeviren: Osman Çakmakçı, Alfa Yayınları, Kasım 2015, s.70 (3) age. s. 173 4 age s. 1985 Paris ve Londra’da Beş Parasız, George Orwell. Çeviren: Berrak Göçer, 4. Baskı, Ekim 2015, İstanbul, s.24 (6) age. s. 48 (7) age s. 233