AĞAÇLARLA FISILDAŞMAK

(Bu yazı 28 Mart 2021’de ddiakademi’nin yayın organı lento.com’da yayımlanmıştır)

Yazlığa gitmek hepimiz için bir alışkanlık haline gelmişti. Henüz daha okula bile başlamadığım tarihlerde Ataköy sahilindeki Emlak Bankası kampının küçük odalarına tatile giderdik. Babam Veysel Erdin, her yaz üç aylığına bir oda ve bir salondan ibaret küçük ama müstakil evlerden birini kiralar, haziran ayında başlayıp eylül ayına kadar sürecek  tatilin daha başlamadan biriktirdiğimiz anıları ve hayalleriyle Ataköy’ün yolunu tutardık.

Kamp A,B ve C diye üç bölüme ayrılmıştı ve biz her sene A blokta kalırdık. Tam karşımızda tüm kamp alanının çevre düzenlemesinden sorumlu bahçıvanlar ve onların araç-gereçlerini koydukları depo alanı bulunurdu. Tüm kamp alanı devasa ağaçlarla kaplıydı. Ağaçlar öyle yüksekti ki sabah güneşi kaldığımız odanın penceresine öğleye yakın saatlerde vurabiliyordu. Çevremizi saran bu harika yeşillik türlü kuşlara ve her türden böceğe yuva olurken, yaz sıcağıyla kavrulan İstanbul’un içinde bir vaha gibi herkese yeşil gölgeli bir serinlik veriyordu.

Henüz 6 yaşında bir çocuktum ve ben ağaçların konuştuğuna inanıyordum.

Bu kanıya en çok akşam saatlerinde kapılıyordum. Havanın durgun olduğu anlarda bile ağaçlar hışırdamanın bir yolunu buluyor ve birbirleriyle sohbet ediyordu. Baktığım ağaçların belli bir türü yoktu. Çam, kavak, çınar, ceviz ve incir ağaçları çoğunluktaydı. Hepsi iri gövdeli, uzun boylu ve heybetliydiler. Upuzun kollarıyla göğe doğru yükselirken erişilmez bir gücün simgesiydiler. Okulların açılma vakti geldiğinde Ataköy’den ayrılıp Fatih’teki kışlık evimize giderdik ve ben uzun bir süre yazlıkta bıraktığım ağaçları düşünmeye ve onlarla telepatik bir iletişim kurmaya devam ederdim. Onların orada beni beklediğini ve yaz geldiğinde yine orada olacaklarını bilirdim. Okullar kapandığında ben sadece oyuncaklarıma, bisikletime ve denize değil aynı zamanda ağaçlarıma da kavuşurdum.

Bazılarının gövdelerinde insan suratına benzeyen haleler oluşurdu. Parmaklarımla onları kazırdım. Bazı ağaçların kabukları yol yol olurdu ve onu bir zırh gibi örterdi. Bazı ağaçların dalları süt gibi beyazdı ve tutup soyduğumda elime yapışkan bir süt akıtırdı. Akasya ağacı dikenli olurdu ve ben bundan hoşlanmazdım çünkü dokunmama izin vermezdi. Söğüt ağacı ise doğal bir şemsiye gibi kafamdan aşağı sarkardı. Oyunlarımızda onu ev yapar altında otururduk.

Kampın uzak bölgelerine yaptığımız yürüyüşlerde çağ ağaçlarının gölgesinde yürürdük. Yere düşen kozalakların içinden fıstık toplar, elimizde kalan boş kozalakları bomba yapar savaşçılık oynardık.

Arkadaşlarım oyuna daldığında ben onların duymayacağı şekilde ağaçlarla konuşurdum. Verdikleri fıstıklar için teşekkür ederdim. Rüzgar sert esiyorsa yapraklara sakin olmalarını söylerdim. Haylaz arkadaşlarımın kırdığı dallara üzülür ve af dilerdim. Oyun bittiğinde yere attıkları dalları alır ağaçların üstüne koyardım. Bazı zamanlar annemden izin alıp kampın ağaçlık bölgesine yalnız giderdim. Dans eden perilerin bıraktığı gümüş paraları ararken ağaçların fısıldaşmalarını dinler ve hiç yalnız hissetmezdim.

Yıllar sonra ağaçların gerçekten konuşabildiklerini öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Okuduğum yazarlar söylüyordu bunu.

Salah Birsel Kadıköy’ün ağaçlarını yazarken onları “yerin göğün sultanı” diye niteler ve her biriyle ayrı ayrı dertleşir. Selamiçeşme’deki bir sedir ağacına “kanı çekilmiş” diye takılırken, Çatalçeşme’deki bir ağacın giyindiği şekerpembesi sarmaşıklara hayranlığını bildirir. [1] Ağaçlarla da yetinmez büyük usta, başka bir yazısında çiçeklerin de kendisiyle konuştuğunu söyler.

Tüm yazarların ağaçlarla ve çiçeklerle yaptığı konuşmalar ve fısıldaşmalar, çocukken yaptıklarımın bir sanrıdan ibaret olmadığını göstermesi açısından önemlidir. Fareler ve İnsanlar’daki satırları ilk okuduğumda içimden çığlık atmak gelmişti. Mutlulukla dönüp bir daha okumuştum o paragrafı. Çınar yapraklarının hafif bir gece esintisiyle fısıldaşmaya başladığını söylüyordu Steinbeck.    

Ağaçların kendi aralarında konuşup konuşmadığını merak edenlerden biri de Enis Batur’dur. “Ne iyilik yönlendirir onları ne de kötülük. İnsana dair hırsları yoktur hiçbirinin” der. Evet öyledir.  “Doğayı biraz da insan olmadığı için severim” dememiş miydi Amerikalı yazar David Thoreau.

Hermann Hesse Ağaçlar adını verdiği kitabında onlarla konuştuğunu anlatır. “Ağaçları dinlemeyi bilen hakikatı öğrenir” der. Bir kavak ağacının rüzgarda sallanmasını anlattığı satırları okurken Ataköy’deki çocukluk günlerimi anımsamıştım. Hesse bir doğa aşığıdır.[2]

Aslı Erdoğan da ağaçların arasında yalnız kalmayı sevenlerdendir. Ormanla ilgili bir yazısında bir bahar ikindisinde onlarla konuşurken ne hissettiğini anlatır usulca [3]      

Peru doğumlu Jose Maria Arguedas’ın ağaçlarla ilişkisi daha farklıdır. Onun Derin Irmaklar romanı Kızılderili kültürünü ve ağaçları anlatır. Sesleri, sözleri ve suyu ormanla paylaşmamız gerektiğini anlatır. Romandaki bölümlerden birinde salgın hastalıktan kaçan yoksul halkın ormana sığındıklarını okuruz. Çünkü Kızılderililer biliyordur ki okaliptus ağaçları vebadan etkilenmezler. Koronavirüsten de etkilenmeyen ağaçlar olduğuna eminim.  

Günümüzde her türlü hastalıktan kaçınmak için uygulanan sosyal mesafeyi ağaçlar varoldukları günden beri uyguluyor. Adına “taç mesafesi” denilen bir mesafedir bu. Her ağaç büyürken yanındaki ağacın dallarına baskı yapmamak için arayı açarlar ki sert rüzgarlarda birbirlerine zarar vermesinler. Ağaçların bu anlayışı insanların açgözlülüğüyle kıyaslanamaz bile. Hayatı bir ormanın içinde geçen Peter Wohlleben Ağaçların Gizli Yaşamı adını verdiği kitabında ağaçların birbirleriyle dayanıştığını ve yeni çıkan filizleri gözettiklerini anlatır. Almanya’nın Rheinland-Pfalz eyaletinin orman müdürlüğünde yirmi yıldan fazla memur olarak çalışan Wohlleben, deneyimlerini anlattığı kitabında ağaçların birbiriyle kurduğu mesafeyi şöyle anlatıyor: “Sıradan bir ağaç dallarını kendi boyundaki komşu ağacın dal uçlarıyla karşılaşana kadar uzatır. Daha fazla uzatmaz çünkü bu alandaki hava ve iyi ışık kapılmış durumdadır. Uzattığı dalları ciddi biçimde güçlendirir öyle ki aşağıdan bakıldığında yukarıda bir çekişme varmış gibi görünür. Ancak gerçek bir çift arkadaş en baştan itibaren birbirinin yönünde fazla kalın dallar uzatmamaya özen gösterirler.” [4]

Ağaçların hüküm sürdüğü her şehir uygar bir şehirdir. Hayatı sadece apartmanlarla, arabalarla ve suratsız insanlarla paylaşmanın modern bir hayat olduğunu sananlar içleri çürüyerek ölecekler.

Çocukluğumun yazlarını geçirdiğim Ataköy artık yok. Her yaz huzurla uyuduğumuz küçük tatil köyü yıllar önce yıkıldı. Denize girdiğim plajın üstüne adına Galleria dedikleri bir AVM yapıldı. Hepsinden önemli olan ağaçlarım, konuştuğum, dallarını okşadığım, kışın ne yapıyorlar diye merak ettiğim ağaçlarımın, arkadaşlarımın hepsi kesildi, parçalandı, öldürüldü.  Bugün Atatöy sahili bir şehircilik katliamının resmi gibidir. Denizle insanın arası bulutlara kadar yükselen beton binalarla kapatıldı ve bitti. 

Betonla kapatılmamış ne kaldı ki İstanbul’da ? Caddelerin yanında, binaların iki yanıyla sıkıştırdığı, tel örgülerle çevrilmiş, içine laf olsun diye iki-üç ağaççık dikilmiş ve iki tane bank konulmuş küçücük parklar mı kaldı ? Enis Batur’un deyişiyle yalnızca kendine özgü estetiği silinmedi İstanbul’un, iklimi bozuldu, damarları tıkandı, nefes alma olanakları elinden alındı.

Her şehir, içinde yaşayanların kimliğini yansıtır derler.

Bizim medeniyetimiz bu mudur ?


[1] Salah Birsel “Amerikalı Tolstoy” SEL Yayıncılık. 2018

[2] Hermann Hesse “Ağaçlar” Çeviren: Z.Aksu. Kolektif Yayınları. 2020

[3] Aslı Erdoğan. “Bir Delinin Güncesi” Everest Yayınları. 11.Basım. 2017

[4] Peter Wohlleben “Ağaçların Gizli Yaşamı” Kitapkurdu Yayınları. 8.Baskı. 2020