BU ŞEHR-İ İSTANBUL Kİ BİN MİSLİ BETONDUR

(Bu yazı mürekkephaber.com’da yayımlanmıştır)

İstanbul’un Kadıköy yakasında adına kentsel dönüşüm adı verilen inşaat çılgınlığı kampanyasında 700’den fazla bina yenileyen mimar Ahmet Erkutoğlu’nun Kadıköy Life Dergisi’nde okuduğum röportajı kentin betonlaşma tarihini çok güzel özetliyordu. Önü alınamaz inşaatlar yüzünden kent kültürünün, insan ilişkilerinin yok edildiğini belirten Erkutoğlu şöyle konuşmuş: “Cumhurbaşkanı kente ihanet ettik dedi, çok doğru ifade etti. Ardından Çevre Bakanı suçu CHP’nin iktidar olduğu dönemlere yükledi. Bir başka siyasetçi suçu Adnan Menderes’e attı. Ben de diyorum ki kimsenin kabahati yok. Bütün suç Fatih Sultan Mehmet’in.”[1]

Mizahi bir dille söylenmiş olsa da bu söz Türklerin kente karşı işlediği suçları gayet iyi özetliyor. İstanbul sadece son 15 yılda değil, 1950’li yılların sonundan bu yana adeta yağmalanıyor. 1958’de tüm kentte modernleşme adına başlatılan yol genişletme çalışmalarıyla yok edilen tarihi binaların ve kesilen ağaçların hesabı tutulamıyor. Aksaray’daki Pertevniyal Lisesi’nin yanındaki kapı ve çeşme bile muhafazakar olduğunu iddia eden Menderes hükümetinin yaptığı korkunç tahribatla yol seviyesinin altında kalmış. Karaköy’deki camii yok edilmiş, Unkapanı’ndaki Bizans eseri Zeyrekhane ve hemen devamındaki Sokollu Camii kelimenin tam anlamıyla sakat bırakılmış. Osmanlı’nın en önemli mimarlarından Garabet Balyan’ın mezar taşı kaybolmuş. Türkiye’nin ilk Doğa Tarihi Müzesi’ni kuran Avusturya asıllı Karl Hammerschmidt’in Eyüp’teki mezarının üstünden yol geçirilmiş.[2] Saymakla bitmez.

Son yılların yok ettiği İstanbul ise başka bir İstanbul’dur.

Şehir dediğin topluluk, insanların birlikte yaşayıp birlikte koruduğu bir organizmayı işaret eder. Modern şehirlerde herkesin bir semtte, bir anıtta, bir binada, bir pastanede, bir ağaç altında anısı saklıdır. Bir düşünün şimdi; İstanbul’da çocukluğunuza dair bir anınızın yaşadığı neresi kaldı ?

Selim İleri diyor ki; “Bağdat Caddesi’nde yazlıklar ve ahşam köşkler vardı. Kaç tanesi kaldı ? Kadıköy’de bir tane bahçeli ev kaldı mı ?

Profesör Ahmet Vefik Alp diyor ki; “ben Kalamış’ta büyüdüm ve burada parke bir yolumuz vardı. Tramvay geçerdi. Kocaman çitlembik ağaçları ve çeşmemiz vardı. Nerede onlar ?”

Sanatçı Mirkelam diyor ki; “ben çocukken topumuz bahçeye kaçardı. Demir parmaklıklar arasından baktığımda önünde gül bahçesi olan beyaz bir köşk görürdüm. Hiçbiri kalmadı.”

Evet kalmadı. Çocukken Fatih’teki evimizin penceresinden baktığımda, ortasında kocaman bir söğüt ağacı yükselen yemyeşil bir arsa görürdüm. Şimdi o arsanın üstünde kocaman, ruhsuz bir bina var. Diğer yanımızda mezarlık olmasaydı eminim oraya da bina dikerlerdi. Şimdi Sahrayıcedit’te oturuyorum ve önümüzde yine bir mezarlık var. Bölgenin yeşil kalabilmiş tek yeri orası.

Peki ya Atatürk Kültür Merkezi ?

Üniversite öğrencisiyken cumartesi sabahları erkenden kalkar ve klasik müzik konserlerine giderdik. İlk resim sergimi orada gezdim ben. Ve kız arkadaşlarımızla ilk buluşmalarımız AKM’nin önünde olmuştur. Tüm bu anıları yıkıp dümdüz ettiler. Çatlasak da, patlasak da…

Kentsel dönüşüm adı verilen ve sözümona depreme karşı çıkartılan yasa uyarınca İstanbul’da yıkılmadık bina kalmadı. Yerine yapılan binaların inşaat alanı ve daire sayısı yapılaşmayı yüzde 30 artıyor. Yani şehir daha da büyüyecek ve içinden çıkılmaz bir hale gelecek. Profesör Ahmet Vefik Alp’in deyişiyle İstanbul bir ekümenopolis olacak; uçsuz bucaksız bir kabus kenti.

Kuzey ormanları da kesilip betonlaşırsa, Kanal İstanbul adı verilen çılgınlık hayata geçerse kabusa varmamız çok yakındır. Yani bunlar daha iyi günlerimiz.

Her tarafından inşaat fışkıran, kamyonlarla dolup taşan, plansız bir beton ormanına döndü İstanbul. Eskiye dair hiçbir şeyin korunmadığı, anıların yok edildiği dev bir kasabaya dönüştü. Geçmişin güzel şeylerini sadece Yeşilçam filmlerinde görebiliyor ve özlemle sosyal medyada paylaşıyoruz. Roma’da, Paris’te 150 yıllık bir kafede oturup yemek yiyebilir, Londra’da hala hizmet veren kırmızı renkli telefon kulübelerinden birine girip arama yapabilirsiniz. Çoğu Avrupa şehrinde tramvaylar ve atlı arabalar vardır ve şehir merkezi yayalara tahsis edilmiştir. Modern kentler insanlara göre dizayn edilir; yaşlılar ve çocuklu aileler özellikle düşünülür. Yollar insanlar için açılır arabalar için değil. Bugün İstanbul’da dışarıya aracınızı almadan çıkarsanız ya yolda yürüyemez hale gelirsiniz, ya kafanıza bir inşaat kalası düşer  ya da bir hafriyat kamyonunun altında ezilip can verirsiniz.

Peki bütün bunlar kimin umurunda ? Kimsenin.

Çünkü İstanbul’da İstanbullu kalmadı. Bu şehir, herkesin okumak ve para kazanmak için toplanıp geldiği bir yağma merkezine dönüşmüş durumda. İlçelerde yaşayanların nüfus kayıtlarına bakın anlarsınız. Yılda iki kez gerçekleştirilen İstanbul Araştırmaları’nın sonuçlarına göre İstanbullu olanların sayıca fazla olduğu tek bir ilçe kalmış: Kadıköy.

Kadıköy dışındaki tüm ilçelerde neredeyse İstanbullu yok. Bayram tatillerinde İstanbul sokaklarının bomboş olması bu yüzden değil midir ? Şehir böylesine sahipsiz olduğu için kentteki tahribata en ufak bir itiraz sesi çıkmıyor. Yaşayanlar şehri kendine ait hissetmiyor. İstanbul onların memleketleri değil, para kazandıkları bir yer sadece.

Bugün biz bunları yazsak da söylesek de nafile. Geçmişte Peyami Safa, Reşat Ekrem Koçu, Turgut Cansever, Salah Birsel, Refik Halit Karay yazdılar da ne oldu ? Hiçbir şey değişmedi.

Şair Nedim’in yaşadığı ve “bu şehr-i İstanbul ki bi misl ü behadır” dediği dönemde bile değişmemişti ve değişmeyeceği çok belliydi. İstanbul, bi misl ü behadır sözünden “bin misli betondur”a dönüştü.

O yüzdendir ki mimar Ahmet Erkutoğlu’na ben de sonuna kadar katılıyorum: Bütün suç Fatih Sultan Mehmet’indir.

[1] Kadıköy Life Dergisi. Yıl: 14 Sayı: 80. s.35

[2] Murat Erdin. Dünya Hala Büyük Yaşam Hala Kısa. Tarihçi Yayınevi. s.17-20