DEPREM KONUSUNDA AYDINLAR GÖREVİNİ YAPMIŞTIR

(Bu yazı 20 Şubat 2023’te  mürekkephaber’de yayımlanmıştır)

Depremler her dönemde Türkiye topraklarını salladığı için yazar ve edebiyatçıların satırlarına da yansımıştır.

Yazı hayatının bir bölümünde gazetecilik yapan ve adliye haberlerini takip eden Sait Faik Abasıyanık, Büyük Doğu dergisine 1946 yılında yazdığı bir yazıda ülkede zelzele olduğu için her tarafın toz, toprak, moloz içinde olduğunu, yoksulların çadır bulmakta zorlanırken zenginlerin evlerini yaptırıp içine bile girdiğini yazar. Aynı yazının devamında Sait Faik, deprem bölgesine toplu konut için yapılan ihaledeki yolsuzluktan söz eder:

“Zelzele mıntıkasında 11 bin 700 liraya memur evleri yapılmak üzere müteahhitlere ihale yapılmış. Evlere başlanmış, bitmek üzere. Fakat bütün memleketin ağzında çalkalanan, bu evlerin 5 bin liradan fazlaya çıkmayacağı. Eğer hakiki, iyi malzeme kullanılırsa hadi diyelim 6 bin liraya çıksın. Hadi buna 1.500 papel müteahhit payı verilsin. Bir evin 7 bin 500 liraya pekala yapılabileceği açık.” [1]

Sait Faik’in sözünü ettiği deprem Muş’un Varto ilçesinde 31 Mayıs 1946 tarihinde meydana gelen 5,9 büyüklüğündeki depremdir. Meydana gelen yıkımda 839 kişi hayatını kaybetmiştir.

Yaşar Kemal de depremden, doğadan ve şehircilikten bahseder bazı yazılarında. Türkiye topraklarının çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu her fırsatta anlatır. Verimsizlik nedeniyle köylünün toprağından kopup büyük şehirlere göç ettiğini, kentleri gecekonduyla doldurduğunu belirterek bunun tehlikesinden bahis açar. Asıl çözümün halkın göçebe olmaktan yani işsizlikten kurtarılması olduğunu vurgular. Büyük usta 1978 yılında yazdığı bir başka yazıda ise İstanbul’un artık İstanbul olmaktan çıktığını, bunun sorumlusunun siyasi yöneticiler olduğunu belirtir.

Murathan Mungan 1999 Gölcük depreminden 12 gün sonra yayımlanan yazısında “hepimiz deprem bölgelerinde devletin olmadığını görüyoruz  Her yerden feryatlar yükseliyor” diyerek ortaya çıkan acizliği saptıyordu. Mungan aynı yazıda şunları yazıyor: “Altımız çürük deniyor, sadece altımız değil, üstümüz de çürük. Memleketi bir göçük haline getirenler yıllardır kendi yarattıkları enkazın üstünde aynı sorumsuzlukla oturdukları için dağ taş alarm veriyor.”[2]

Mungan yazısını şu sözlerle bitiriyor:

“Ölenler, modern bir devlette ‘‘yurttaş’’ oldukları için değil, derin devlette ‘‘kul’’ oldukları için öldüler. Onlara olan borcumuzu, arkası diğerleri kadar kuvvetli olmayan birkaç müteahhidi, linç figürü olarak kitle histerisine kurban vererek günahlarımızı ödeyemeyiz. Bütün sistemi sorgulamadan yapılan üstünkörü hesaplaşmalar, kimi ‘‘güçlü suçluları’’ gözlerden sakladığı gibi, yenilerinin de ortaya çıkmasını engellemez.”

Mungan’ın 1999’da yazdıklarını bugün de söylesek kimse geçmişte yazıldığını farketmez. Tüm satırları hala geçerliliğini koruyor.

Uzun bir dönem günlük gazetelerde düzenli yazılar yazan Zülfü Livaneli de depreme kayıtsız kalmayanlardandır. Başta İstanbul olmak üzere meydana gelebilecek tüm depremlere karşı acil önlemler alınması gerektiğini vurgulayan Livaneli, Bingöl’de meydana gelen 6,4 büyüklüğündeki depremden sonra kendi köşesinden yetkililere seslenir:

“Çevremdeki insanlara diyordum ki: “Millet deprem tehlikesi yokmuş gibi davranıyor. İstanbullular oy verirken, depreme karşı ne gibi önlemler alınacağını sormuyorlar. Seçtikleri hükümetten ya da belediye başkanından, binaların iyileştirilmesi, acil müdahale birimlerinin kurulması, erken uyan sisteminin işletilmesi gibi çoluk çocuklarının hayatını kurtaracak talepleri yok. Bu vurdumduymazlığa anlam veremeden, gününü gün ermeye çalışan sevgili ülkemizi izleyip duruyordum. Ve bu kez deprem Doğu’dan vurdu. Yine acı, yine gözyaşı, yine ağıtlar! Şimdi birkaç gün insanlar birbirlerini suçlayacak, basın bir iki kıtipiyoz müteahhidi teşhir edecek, sonra bu da unutulup gidecek. Kimse çürük binaların, hileli ihalelerin hesabını sormayacak. Başka gündemlere dalıp gideceğiz.”[3]

Romanlarının çoğunda İstanbul’u anlatan Orhan Pamuk, kentteki herkesin büyük bir deprem beklentisiyle yaşadığını belirterek, bunun insanları travmatik bir hale soktuğunu, kendisinin de bu beklentiyle yaşadığını vurgular. Bu öyle bir korkudur ki çalışma masasının hemen karşısındaki minarenin bir gün üzerine düşebileceğini düşünür. Bu korkuyla üst kat komşusuyla birlikte minare ile oturduğu evin mesafesini ölçen Pamuk, olası bir İstanbul depreminde kentte yüzbinlerce kişinin bir seferde öleceğine inanmaktadır.

Pamuk “Manzaradan Parçalar” adlı deneme kitabında şunları yazar: “Milyonlarca İstanbullu deprem rüyaları görüyor. Kendim de sık sık gördüğüm bu deprem rüyaları birbirine benziyor. Rüyada şu an yatmakta olduğumuz yatakta yattığınızı ve birden korkunç bir depremin başladığını görüyorsunuz. Ama bütün bu kıyamet havasına rağmen gizliden gizliye memnunsunuz çünkü felakete tanık olduğunuza göre yaşıyorsunuz.”

Pamuk, 1999 depreminden sonra ülkenin en tanınmış şahsiyetlerinden biri haline gelen Prof.Ahmet Mete Işıkıra’dan da söz eder: “Türkiye’yi bir uçtan bir uca kateden bir fay hattı olduğunu, büyük depremlerin doğudan İstanbul’a yaklaştığını bize ilk Türkiye’nin tek büyük rasathanesinin müdürü olan Profesör Işıkara öğretti. Ağustos 1999’daki depremden sonra bütün basın peşindeyken o her gece arabasıyla bir televizyondan diğerine koşturur, yıllardır kimsenin kulak vermediği görüşlerini tekrarlardı.” [4]

Işıkara’nın da, diğer hocaların da, depreme dikkat çeken tüm yazarların satırlarına da hiç kimse kulak vermedi. Merak edip araştırmadı. Işıkara yıllarca kendini parçaladı. Hiçbir şey yapılmadığını yaşarken gördüğü gibi, Maraş depreminde  değişen bir şey olmadığını göremeden 2013 yılında hayatını kaybetti. Üstelik yaşadığımız bu son deprem kendi memleketi Mersin’i de epey sallamıştı. 

Gördüğünüz gibi bu ülkenin aydınları, yazarları ve bilim adamları üzerlerine düşeni, halkı ve kamu idaresini uyarma görevini yıllar önce yapmışlar. Hem de defalarca yapmışlar. Aynı uyarı zincirine ben de katılmış ve kendi radyo programımda belediyelerin asli işlerini yapmak yerine başka şeylerle uğraştığını örneğin futbol takımı kurduklarını söylemiştim. Depreme, altyapıya, sağlığa ayrılması gereken parayla belediyeler kulüp işletiyorlar, deplasmanda otellere para ödüyorlar, Afrika’dan futbolcu alıyorlar ve bunu sırf belediye başkanı birkaç fazla oy alsın, federasyonda temsil edilsin, maçları protokol tribününden izlesin diye  yapıyorlar. Futbol takımı kurmak belediyenin işi midir ? 

Bu ülke yazıya, kitaba, bilimsel rapora, bilimsel söze, aydınların uyarısına kulak asan siyasetçiler tarafından yönetilseydi insanlarımızı hayatta tutacak deprem önlemleri çoktan alınmış ve güvenli bir ülkeye ulaşılmış olurdu.

Cumhuriyetin yüzüncü yılında, 2023’te meydana gelen Kahramanmaraş Depremleri sonrasında yazılanlara, söylenenlere bakınca ne görüyorsunuz ? Aradan geçen bunca zamanda ciddi yol katetmiş, önlemlerini bitirmek üzere olan, tüm kamu binalarını, hastanelerini, okullarını güçlendirmiş, vatandaşına rehberlik etmiş bir ülke mi ?

Yoksa her şeyin dejavu gibi yıllar sonra aynı şekilde yaşandığı çaresiz bir ülke mi ?

Yanıtını lütfen siz verin.


[1] Sait Faik Abasıyanık “Bütün Eserleri” Yapı Kredi Yayınları. 1.Baskı. İstanbul. 2009. s.562-563

[2] Murathan Mungan “Deprem Üzerine: Artık Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmamalı” Hürriyet Pazar. 29 Ağustos 1999

[3] Zülfü Livaneli “Yine Deprem” Vatan Gazetesi. 1 Mayıs 2003

[4] Orhan Pamuk “Manzaradan Parçalar” kitabından “İstanbul’da Deprem Endişesi”  Yapı Kredi Yayınları. 2.Baskı. 2010. s.129