KENDİNDEN BİLE YASAKLI

(Bu yazı 5 Aralık 2020’de mürekkephaber.com’da yayımlanmıştır)

Doğu toplumları yüzlerce yıllık toplumsal alışkanlıkları, adına gelenek ve örf denen davranış kalıpları gereği bazı yasakları kendi kendilerine koyarlar. Sadece kadınların üzerindeki baskıya bakacak olmanız bile bu durumu görmeniz için yeterlidir. Giyim-kuşam, davranış, müzik, çalışma özgürlüğü, düşüncesini ifade etme güçlüğü gibi Batılı insanların herhangi bir kısıtlama olmadan yapabildiği çoğu davranış şekli Doğu’da ya ayıptır ya da günah. Anayasaların hiçbiri laik olmadığı için günah olan her şey aynı zamanda suçtur.

İranlı düşünür Daryush Shayegan Yaralı Bilinç kitabında “negatif selamet” kavramından söz eder. Negatif selamet, Doğu’nun geri kalmış toplumlarının içinde bulundukları başarısızlığı kadere bağlamaları ve durumlarını değiştirecek herhangi bir harekette bulunmamalarıdır. [1]  

Sanatçı ve aydınlar da bu eylemsizlikten ayrı durmaz. Shayegan’ın “Sovyetleşme” olarak tanımladığı bu tutum, devletin belirlediği davranış kalıplarından çıkmamak ve bunu “öze dönüş” olarak görme yanılsamasıdır.

Her ülke kendi makbul vatandaşını yaratmak için eğitimden yararlanır. Füsun Üstel bunu Türkiye ve dünyadan örneklerle anlatır. Türkiye’de 1968 yılına kadar yürürlükte kalan İlkokul Programı’nda erken cumhuriyet döneminden beri okulların temel görevleri arasında kabul edilen “millileşme” hedefi gözetilir. Okullar her derse, milli erkeklere ulaştırılacak birer vasıta görevindedir. Yurttaşlık Bilgisi dersinin temel amaçlarından birisi öğrencileri rejime uygun birer insan olarak yetiştirmektir.[2]

Gelenekler, örf ve adetler ve müfredatla kodlanmış bir toplumun özgür düşünceye ve ifade hürriyetine önem vermeyeceği açıktır. Bu yüzdendir ki Doğu toplumlarında herkesin iki kimliği veya iki karakteri vardır. Bunlardan birisi aile içinde ve yakın çevresi içinde takındığı karakterdir. Diğeri ise resmi yüzüdür. Konu devlet ve millet olduğunda ikinci tavrı takınarak “gerekli olanı” söyler. Bir deyim olarak söylenegelen “karakolda doğru söyleyip mahkemede şaşmanın” nedeni budur.

V.S.Naipul, Nehrin Dönemeci romanında bir diktatörlükte yaşamaya çalışan Salim ve çevresini anlatır. İşini büyütmek ve para kazanabilmek için iktidara yakınlaşan Salim, tüm özel şirketlere el konmasının ardından Londra’ya kaçar. Oradan baktığı ülkesiyle Avrupa arasındaki farkları görerek üzülür. Şöyle söyler: “Uygarlığı meydana getiren düşüncenin, bilimin, felsefenin zerresini bile anlayacak vasıtamız yok. Onu sadece kabul ediyoruz.[3]  

Bilgiyi üretmek yerine onu kabul etmek, geri kalmış tüm ülkelerin hastalığı haline gelmiş durumda. İnsanların elinde gezdirdiği mobil telefonlar bir yanılsamadan ibaret. Çünkü kullanıcılar ellerindeki son model aletlerle teknolojiye ve bilgiye eriştiklerini sanıyorlar. Oysa asıl bilgi o telefonları üretenlerdedir. Bilgiyi üretmek, ekrana bakıp haber okumak  değil o telefonu üretecek eğitim altyapısını oluşturmak anlamına geliyor. Bu da sadece gerçek bir eğitim sistemiyle ve özgür okullarla mümkün olabiliyor. Dünyanın en saygın üniversiteleri listesinde Ortadoğu’dan, İslam dünyasından, Türkiye’den tek bir  okul yok. Finlandiya’nın ürettiği bilimsel makale sayısı neredeyse tüm İslam ülkelerininkine eşit. Tüm önemli üniversiteler, enstitüler ve laboratuarlar Batı ülkelerinde bulunuyor. Koronavirüs aşısı da oralarda bulundu.

Edward Said şöyle diyor:  “Bugün Arap dünyasında yayımlanan önemli hiçbir Arap araştırmaları dergisi yoktur. Keza Doğu ile ilgisi olmayan konularda olduğu gibi Arap dünyası incelemelerinde de Oxford, Harvard ya da UCLA gibi merkezlere meydan okuyacak hiçbir Arap-İslam eğitim kurumu yoktur.” [4]

Bilgiyi üretmenin başlı başına bir güç olduğunu ve bu gücün Batı’nın elinde olduğunu gördüğümüz içindir ki Batılı ülkelerin konsoloslukları önünde vize kuyrukları uzuyor ve Suriye’den kaçan mülteciler Ege’nin sularında boğuluyor.

Çağan Irmak’ın 2005 yılında gösterime giren  Babam ve Oğlum filmi 12 Eylül darbesinin gecesinde başlar. Eşinin doğum sancıları tutan Sadık onu hastaneye ulaştırmak için bir taksi arar ama caddeler boştur. Yardıma koşacak bir kişi bile yoktur. Çünkü ihtilal olmuş ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Sadık çaresizce çırpınır, karısını bir parkın içine yatırır ve doğumu kendisi yapar. Bebek gelir ama çok kan kaybeden karısı hayatını kaybeder. Darbe ilk kurbanını almıştır.

Darbeden önceki zamanlarda ülkede kol gezen anarşi ve terörü bitirmek, en azından cinayetleri azaltmak için Türkiye’de gece 24’ten sonra sokağa çıkma yasağı ilan edilirdi. Ev oturmasına gidenlerden arabası olanlar en geç 23.30’da kalkarlar, özel aracı olmayanlar daha erken davranıp yasaktan önce evlerine varmayı planlarlardı. Zamanla sokağa çıkma yasaklarının kendine özgü davranış şekilleri ve oyunları ortaya çıktı. Yasakta yatıya kalmalar, elektrikler kesildiğinde mum ışığında gölge oyunu oynamalar, sessiz sinema gibi kültürel etkinlikler o günlerin eğlencesiydi. Televizyon tek kanallıydı ve siyah-beyazdı. Radyoda saat başlarında verilen TRT haberleri pür dikkat dinlenirdi.

Aydınlarını tutuklayarak, bilim adamlarını ve üniversitelerini susturarak, basınını sindirerek kendi kendini hapseden Türkiye, sokağa çıkma yasaklarıyla vatandaşını tutsak ediyordu. Böyle yasaklarda doğu toplumları iki kere yasaklıdır. Hem içeriden hem dışarıdan, hem kendinden hem başkasından.

Geçen bunca yıldan sonra kendinden yasaklı bir ülkede ilan edilen sokağa çıkma yasağı bana bunları anımsattı. Umarım ve dilerim salgına çare olur.   


[1] Daryush Shayegan “Yaralı Bilinç” s.160 Metis Yayınları. Çeviri: Haydun Bayrı. 5.Baskı İstanbul. 2018

[2] Füsul Üstel “Makbul Vatandaşın Peşinde” s.245-246 İletişim Yayınları. 2.Baskı İstanbul 2005

[3] V.S.Naipul “Nehrin Dönemeci” Çeviren: Aslı Biçen s.166 İletişim Yayınları. 1.Baskı. İstanbul. 1999

[4] Edward Said “Şarkiyatçılık” Metis Yayınları. Çeviren: Berna Ülner. s.338 Beşinci Baskı. İstanbul. 2010