OKŞADIĞIM TAŞLAR

(Bu yazı İtalyan Verbum Press dergisinin 18. Sayısında İngilizce olarak yayımlanmıştır)

Yazın en sıcak günleriydi. Kaldığım otelden çıktığımda güneş henüz yükselmemişti ama nemli bir sıcak tenime değiyordu. Otelimin bulunduğu Defne ilçesinin akışkan trafiğinden ayrılıp gelen  taksi beni  Hatay Arkeoloji Müzesi’ne götürdü. Tarihi kenti gezmeye  şahane müzesinden başlamak heyecan vericiydi.

2014 yılında yenilenerek ve genişletilerek açılan müze, 32 bin metrekarelik kapalı alanıyla dünyanın en büyük mozaik müzesi sayılıyor. İçeri girer girmez beni kocaman açılmış gözleriyle Hitit Kralı I. Şuppiluliuma karşıladı. Onu geçip diğer galerileri gezmeye başlayınca Türkiye’nin güney ucundaki Antakya’nın büyüleyici tarihiyle yüzleşiyorsunuz.

Hitit, Bizans, Roma, Osmanlı ve Arap uygarlıklarının kesiştiği bir kent olan Antakya, Milattan Önce 300 yılında Büyük İskender’in komutanlarından Seleucus Nicator tarafından Antiokhea adıyla babasının anısına kuruldu. Günümüzde Hatay şehrinin merkez ilçesi.

Ticaret yollarının ortasında ve Asi nehrinin kıyısında olan Antiokhea, hızla büyüdü ve 300 bin nüfusuyla Roma’nın üçüncü büyük kenti haline geldi.

Yüzyıllar sonra yapılan arkeolojik kazılarda büyük mozaikli villaların ortaya çıkarılması, bu şehirde zenginleşmiş Romalıların ve soyluların yaşadığını kanıtlıyor. Müzeyi gezerken o mozaikleri gözlerimle okşadığımı dün gibi anımsıyorum.

Antakya Hıristiyanlık tarihi için de çok önemli bir kent. İsa’nın 12 havarisinden birisi olan Saint Pierre dinini yaymak için MS 29’da Antakya’ya geldi ve burada yıllarca yaşadı. Onun cemaatine ilk kez burada Hıristiyan denildi. Kentin sırtını dayadığı dağlardan birine oyularak yapılan St.Pierre Kilisesi Hıristiyanlığın ilk kilisesi sayılıyor ve her sene binlerce inançlı insan hacı olmak için buraya geliyor.

Müzeden çıkıp kiliseye doğru yürümeye başladım.

Kentin eski caddesi toz içindeydi ve sıcak havanın kavurduğu asfalt üzerinde yürümek kolay değildi. Bir otomobil tamir atölyesinin köşesindeki levhayı izleyerek tepeye doğru ilerledim. Dağın içindeki mağaranın oyulmasıyla inşa edilmiş olan St.Pierre Kilisesi’ne ulaştığımda vakit öğleyi bulmuştu. İçeri girip soluklandım. Kilisenin terası şehrin doğusuna tepeden bakıyordu. Yorgun gözlerle Antakya’yı seyrettim. Tam bu noktada tarihi düşünmek ve şehri dinlemek güzeldi. Ayrılmadan önce 2 bin yaşındaki kilisenin duvarlarını ellerimle sevdim.

Yeniden kent merkezine giderken Habib-i Neccar Camii’nin önünde indim. Burası da Anadolu’nun ilk camilerinden biriydi. Avluya girip olağanüstü mimarisini gözlerimle gördüm. Taşlarına dokundum. Sonra dışarı çıktım. Hava hala sıcaktı. Caminin önündeki bir kafeye oturup dondurma ve kahve söyledim.

Ertesi gün kentin dışına çıkıp Samandağı ilçesine gittim. Orada Roma döneminde yapılan bir tünel vardı. Dağdan kopan sel suyunun şehri alıp götürmesini engellemek için Romalı mühendisler tarafından tasarlanarak İmparator Titus Vespasianus döneminde (MS 69-79) binlerce kölenin kayalara vura vura açtığı 1.380 metrelik tünel beni dışarının korkunç sıcağından koruyordu. Antik mühendisliğin ve kölelerin hala görülebilen kazma darbelerinin izini sürdüm, onlara saygılarımı sundum. Geri dönüp denize kadar yürüdüm ve sahildeki bir kafenin kabininde soyundum,  tünel inşaatında çalışmış kölelerin yaptığı gibi kendimi Akdeniz’e bıraktım. 

Antakya şehir merkezi çok renkli ve hareketliydi. Asi nehrinin her iki yakasında gayet güzel lokantalar ve kafeler vardı. Kentin tarihi sokaklarını gezerken kitabın kokusunu almış olmalıyım ki bir sahaf dükkanı gördüm. İçeri girdiğimde masasında kitap okuyan gözlüklü, orta yaşlı bir beyefendiyle karşılaştım. Aşir Alkaç ile raflar dolusu kitabın yaydığı sıcaklıkla konuşmaya başladık. Burası nadir denilen çok değerli kitapların bulunduğu bir sahaftı. Honore de Balzac’ın 1947’de İsviçre’de basılan kitabının ilk baskısı buradaydı.  Ayrıca Bağdatlı İbrahim Paşa’nın sadece iki kişide bulunan 2 ciltlik kitabı burada saklanıyordu. Alkaç, elle yazılmış onlarca Latince, İtalyanca, İbranice ve Arapça kitaplara sahipti. Nazikçe ikram ettiği kahveyi içtim ve birkaç kitap satın aldıktan sonra geldiğim sokağa karıştım.

Sonra…Henüz Antakya’nın belleğimdeki izleri tazeyken.

6 Şubat 2023’te iki büyük deprem oldu.

İlki herkes uyurken saat 04.17’de  tüm bölgeyi salladı. Richter ölçeğine göre 7,7 büyüklüğündeki deprem korkunçtu. Bu depremden 9 saat sonra doğa eksik kalan yıkımı tamamlamak istermiş gibi aynı bölgeyi ikinci kez  salladı. Birincisinde yıkılmayan her şey 7,6 ile gelen ikinci kıyametle yerle bir oldu.

Antakya’da geçen yıl kaldığım otelin tamamen yıkıldığını öğrendim.

Mozaiklerini okşadığım Hatay Arkeoloji Müzesi hasar görmüştü.

Duvarlarını sevdiğim Saint Pierre Kilisesi’nin istinat duvarı çökmüştü.

Avlusunda gezip yorgun taşlarını ellediğim Habib-i Neccar Camii tamamen yıkılmıştı.

Aşir Alkaç’ın sahibi olduğu kitapçı dükkanı ve onun 90 bin kitabı yok olmuştu.

İskenderun’daki İtalyan Katolik Latin Kilisesi hasar görmüş, Aziz Nikola Ortodoks Kilisesi çökmüştü.

Antakya’da ellediğim, okşadığım, gölgesinde oturduğum binalar artık yok.

Yedi büyük deprem yaşayan Antakya, sekizinci depremle yok oldu.  

Bu depremler geçen yaz ben Antakya’dayken olsaydı bugün ben de olmayabilirdim. 

Ölü bir adamın satırlarıdır bunlar.