ŞAİR NİGAR VE İSTANBUL NEZAKETİ

(Bu yazı KADIKÖY LIFE Dergisi’nin Mayıs 2018 ve ÇINARDİBİ Dergisi’nin Mart 2021 sayılarında yayımlanmıştır)

“İstanbul Türkçesi”ni yaşatmaya çabalıyoruz yaygın medyadaki felaket kullanıma rağmen. Peki bir İstanbul nezaketi kaldı mı ?

Şair Nigar Hanım, tuttuğu günlüklerde Mütareke dönemi İstanbul’unu anlatırken, etrafındaki kabalıklardan ve kalabalıktan dert yanar. 24 Eylül 1917 tarihli günlüğüne şöyle yazar:

“Ne oldu memleketime ya Rabbi? Bu her yeri dolduran kıyafetsiz, kaba, kerih-lisan insan kitleleri nereden geldi? Evde yalnızlığıma, sokakta bu izdiham ve müşkilata tahammül edemiyorum.”

Savaş yıllarıdır ve ölümden kaçan binlerce Balkan göçmeni İstanbul’a dolmuştur. Anadolu’dan gelen mültecilerin de eklenmesiyle, İstanbul’da işsiz güçsüz takımı sokakları doldurmuştur. Nigar Hanım işte bu durumdan şikâyet eder.

Bir keresinde dinlenmek için bir dükkânın önüne oturmak ister ve esnaf tarafından azarlanarak kovulur. Tramvaylarda hanımlara yer vermek diye bir incelik kalmamıştır. Şair Nigar Hanım, 1917 tarihli günlüklerine bunları yazar.

Sadece bu durum değildir Nigar hanımı perişan eden; İstanbul’daki bu kalabalık yüzünden ulaşım tamamen yetersiz hale gelir. Tramvaylardaki koku dayanılacak gibi değildir. Vasıta yokluğu, fırsatçıların haksız kazanç arzusunu da kamçılar. Şoförler fahiş fiyatlar talep etmeye başlarlar. Sözgelimi 1918 yılının Şubat ayında Nişantaşı-Teşvikiye arası için bir şoför Nigar hanımdan 30 kuruş ister. Normal fiyatı 10 kuruştur.

Sandalcılar da fırsatçı olur. Padişah II. Abdülhamid’in cenaze töreninin olduğu gün normal zamanlarda 1 kuruşa geçilen denizi Nigar Hanım pazarlık yaparak güç bela 10 kuruşa geçmiştir.

Nigar Hanım, o yıllarda İstanbul’da başlayan “çarpık yapılaşmadan” da fazlasıyla şikâyet eder.

Yani İstanbul’un düzensizliği ve nezaketsizliği bugünlere mahsus bir durum değildir.

Yazılarında sık sık İstanbul’u konu alan bir başka yazarımız Refik Halid Karay, 9 Kasım 1945 tarihli “İstanbullu Nezaketi” başlıklı makalesinde şöyle der örneğin:

“Şüphesiz ki şehrimizde saygısızlık almış yürümüştür; o kadar almış yürümüştür ki kalabalık duraklarda ahaliyi demir parmaklıklar arasına sokmaya ve tramvaya binerken intizamı ayrıca bir memur tarafından muhafaza etmeye lüzum hâsıl olmuştur. Vapurlara giriş manzarası, içinde Şarlo’nun eksikliği hissedilen hem komik hem dramatik bir ‘Altına Hücum’ sahnesinden farksızdır.”

Karay, İstanbul’da toplu taşıma araçlarındaki kalabalığı Charlie Chaplin’in filmlerine benzetirken, bir keresinde Eminönü’nden dolmuşla Şişli’ye çıkmak istediğini, bunu başardığında yolculuğun 2 saat 7 dakika sürdüğünü anlatır.

Söz 40’lı yıllardan açılmışken, Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanında Ömer’i İstanbul hakkında şöyle konuşturduğunu hatırlamadan geçmeyelim:

“Ömer yalnız bu akrabalarının, yalnız onların evinin değil, bu şehrin de yamalı bir şey olduğunu düşündü. Tabiatla teknik, yüz sene öncesiyle bugün burun buruna gidiyordu. Güzelle yapmacık, lüzumlu ile özenti birbirine sürtünerek yaşamaktaydı.”

Hâlâ öyle değil mi?

İstanbul’da hem lüzumlular hem özentiler bir arada değil mi? Tıpkı tüm büyük şehirlerde olduğu gibi… Bu kentin kendine has bir nezaketi varmış eskiden. İstanbullu olma kültürü varmış. Artık yok. Kalmadı. Şair Nigar’ın, Refik Halid’in ve Sabahattin Ali’nin ciddi ifadelerle şikâyet ettikleri İstanbul’un bugünkü devasa boyutlarına ne demek lazım gelir acaba?

Madem öyle, neden yaşarız ki hâlâ bu şehirde? Nedir bizi İstanbul’a çeken ve buradan ayıramayan?

Bunun yanıtını da Sabahattin Ali’nin kaleminden dinleyelim:

“İstanbul’dan ayrılmak istemiyoruz, fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz? Üç beş cadde ile bir o kadar kahveden başka ne biliriz? Fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz.. En kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? Bizi buraya asıl bağlayan, bir alışkanlıktır. Biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz. Hepimizi İstanbul’a bağlayan sadece bu.