TONI MORRISON’UN KADINLARI

(Bu yazı 7 Mart 2019’da halimiz.com’da yayımlanmıştır)

Asıl adı Chloe Anthony Wofford olan Toni Morrison, Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen ilk siyah kadındır.

Amerikalı siyahların 50’li yıllarda kendi ülkelerinde çektiği sıkıntıları anlattığı “En Mavi Göz” romanı onun en bilinen ve en sevilen eserlerindendir. Romandaki çocukların oyuncaklarla ve eşyalarla olan ilişkileri, korkuları, bir annenin çocuklarıyla ve kocasıyla olan bağı, bildiğiniz ama okurken bir daha öğreneceğiniz şekilde anlatılır. Ama o yıllarda tene değecek kadar hissedilen ırk ayrımcılığı yazarın asıl unsurudur.

Morrison, kendilerini ailelerine siper etmiş geçkin siyah kadınları ustalıkla anlatırken sanki onlarla özdeşleşir:

“Bir zamanlar onlar da genç olmuştu. Koltukaltlarının ve kalçalarının kokusu tatlı bir misk kokusuna karışırdı; bakışları kaçamak, dudakları gevşekti; o incecik siyah boyunlarının üstündeki başlarının zarif kavisi, dişi geyiklerden farksızdı. Kahkahaları sesten ziyade dokunuştu. Sonra büyüdüler. Arka kapısından girerek hayata iliştiler. Dönüştüler. Dünyada herkes onlara emir verecek konumdaydı. Beyaz kadınlar ‘şunu yap’ dedi. Beyaz çocuklar ‘şunu ver’ dedi. Beyaz adamlar ‘gel buraya’ dedi. Siyah adamlar ‘yat aşağı’ dedi. Yalnızca kendi çocuklarından ve birbirlerinden emir almadılar. Yine de bunların hepsini alıp kendi suretlerinde yeniden yarattılar.”     

Erkeklerin umursamaz hoyratlığını sinesine çeken siyah kadınların durumu daha iyi nasıl anlatılabilirdi ?

Devam ediyor Morrison:

“Sonra yaşlandılar. Vücutları öne büküldü, kokuları ekşileşti. Şekerkamışı tarlalarında çömelerek, pamuk tarlalarında eğilerek, nehir kıyısında diz çökerek, başlarının üstünde dünyayı taşımışlardı. Artık şehvetle, emzirmeyle bir işleri kalmamış, gözyaşları ve korkuları geride bırakmışlardı. Missisipi’nin yollarında, Georgia’nın patikalarında, Alabama’nın tarlalarında tacize uğramadan kendi başlarına yürüyebiliyorlardı artık. İstedikleri zaman, istedikleri yerde sinir bozucu olabilecek kadar yaşlı, ölümü bekleyecek kadar bezgin, acı kavramını kabullenirken umursamazlardı artık. Yani aslında, nihayet özgürlerdi.”

O yıllarda Amerika’da siyah bir kadının tamamen özgürleşmesi, elden ayaktan düşmesine ve maalesef ölmesine bağlıydı.

Morrison’un romanındaki kadınlardan söz ederken, o kadınların ve diğer genç siyahların özgürlüğü için çabalayan başka bir insanı, Howard Zinn’i anımsamakta yarar var.

1922 Brooklyn doğumlu olan Zinn, İkinci Dünya Savaşı’nda askere yazıldıysa da savaştan sonra en ateşli savaş karşıtlarından biri oldu. Yüksek lisans ve doktorasını Columbia Üniversitesi’nde tamamladı ve 60’lı yıllardan itibaren hem hocalığıyla hem de ırk ayrımı karşıtlığıyla tanındı ve sevildi.

Zinn, anılarını yazdığı kitabında bizi Toni Morrison’un romanındaki yıllara, 1956 yılına götürüyor ve Atlanta şehrinin siyah ve beyaz olarak nasıl bölündüğünü anlatıyor:

“O yıllarda Atlanta şehri Güney Afrika kadar ayrımcıydı. Şehir merkezindeki Peachtree Caddesi beyazdı. Auburn Caddesi şehir merkezine beş dakika uzaklıktaydı ve siyahtı. Siyahlar şehir merkezine ya beyazlar için çalışmak ya da Rich’s mağazasından alışveriş yapmak için inebilirdi. Bu büyük mağaza her iki ırka da açıktı, ama kafeterya sadece beyazlar içindi. Siyahlar ve beyazlar, siyahlar hizmetkar olduğunu unutarak iki eşit insan gibi yürürlerse atmosfer bir anda gergin ve tehditkar oluverirdi.”

O sırada Spelman Kolej’de ders veren Zinn, hiç beyaz öğrencisi olmadığını anımsıyor. Öğrenciler hayatlarında hiç beyaz bir hocayla karşılaşmamışlardır. Bu yüzden siyah kızlar hocalarına karşı önce biraz çekingen davranırlar ama zaman geçtikçe durum değişir. Tek şansları iyi bir eğitim alabilmektir. Zinn devam ediyor:

“Bu genç kadınlar için yüksek öğrenim görmek bir ölüm kalım meselesiydi. Bir gün bir öğrencim bana şöyle dedi: ‘Annem iyi bir öğrenci olmam gerektiğini söyledi. Çünkü zaten iki sıfır yenik durumdayım; hem siyahım hem de kadın. Bir gol daha yersem oyundan atılırım.”

Hiç kuşkusuz o yıllarda oyundan atılan hatta oyuna girmesine fırsat  bile verilmeyen binlerce siyah Amerikalı oldu. Howard Zinn’in anılarında anlattığı ve Toni Morrison’un romanında yazdığı kadınlardan şanslı olanları, yıllar sonra siyah bir adamın ABD Başkanı seçildiğini gördüler. Bu seçim, ırka, kimliğe, dine ve cinsiyete dayalı ayrımın tamamen ortadan kalkması için herkese güçlü bir umut ışığı yaktı. Geldiğimiz noktada ise komşusu ile arasına duvar örmeye çalışan bir ülke, yükselişe geçen beyaz faşizm ve hiç bitmeyen şiddet var. Bu öyle büyük bir şiddet ki, 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanabilmesi için bile kadınların ölmesi gerekmiştir.

Kutlanmasına Amerikalı 129 kadının ölerek öncülük ettiği Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.