ZAMAN, MEKAN, YOLCULUK

(Bu yazı 28 Haziran 2022’de oggito’da yayımlanmıştır)

Büyük şehirlerde zaman hayata içkindir. Karmaşıktır ve çoğu kez önemsenmez. Güneşin doğmasıyla başlar ve kendi kendine akar. İnsanlar akıp giden zamanı bazen kendi içlerinde bazen varlıklarının dışında hissederler. Evlerin dışında, aldıkları nefesin içinde, güneşin ve ayın üstündedir. 

Havalimanları ve otogarlar şehirden kopartılmış alanlardır. Buralarda zaman ehlileştirilmiş değildir. Her şeyin kendi vaktinde yapılması gerektiği için zamansallık bu gibi yerlerde insana hükmeder. Her tipten ve her milletten insan bu komünal alanlarda çarpışıp kaynaşır. Onların buraya geliş nedeni bir yerden bir yere gitme isteği olduğu kadar, o saatte orada olma nedeni  zamanın hükmedici gücüdür.  Havalimanında zaman esas yöneticidir. Aynı çatı altında toplanan yüzlerce insan, birbirini tanımaya ihtiyaç duymadan hareket eder ve kendi yolculuğunu bekler. Uçak kalktığı andan itibaren diğer insanlarla ortak olan her şeyden bir daha görmemek üzere uzaklaşırlar. Birbirini tanımadan biraraya gelen bu insanlar, birbirini görmeden ayrılır.

Havalimanları ve otogarlar şehrin içinde veya dışında zamansallık alanı olduğu kadar mekansızlık alanıdır. Buralar kimseye ait değildir. Ama zaman herkes için aynı şekilde işler. Bu ortak alanlar yolculuk için gelen insanlara geçici ikamet adresliği yapar. Havalimanı ve otogarlarda merak etmeye ve kuşkuya yer yoktur. Buna zaman da yoktur. Kimse kimseyi tanımadığı için kimse kimseyi merak etmez. Herkes kendine ayrılan süreçte bir diğeriyle karşılaşır ama görmez. Büyük kentlerdeki modern meraksızlık onları kendi yoluna götürür. Bu meraksızlık ve yalnızlık havalimanı ve otogarlardaki herkes için geçerlidir.

Oteller de böyledir. Havalimanı ve otogardaki heterodoks ortamın devamıdırlar. Güncel olan zamanın kendisidir ve geçerli olan zamanın buyurganlığıdır. Uçaklar, otobüsler, trenler ve otomobiller bizi zamanın ötesine daha doğrusu ilerisine taşır. Zaman eski mekanımızda eskisi gibi akarken biz seyahat halinde onu orada bırakıp gitmiş gibi hissederiz. Hayat  akıp gitmektedir ama biz yolculuk halinde sanki başka bir zamanın içindeyizdir. Bu his bize özgürlük verir. Ya da biz özgürleştiğimizi sanırız.   

Uçaklar, otobüsler ve trenler toplu taşıma araçlarıdır. Otomobiller ise kişiye ait özelliğiyle bunların hepsinden farklıdır. Uçaktaki veya trendeki özel alanınız, biletinizle kiralamış olduğunuz koltuk veya kompartımandan ibaretken, özel otomobilinizde tüm araç / mekan size aittir. Bu mekanı istediğiniz gibi kullanma lüksü, istediğiniz yerde durma ve istediğiniz hızda gitme ayrıcalığı özgürlük duygunuzu daha da artırır. Toplu taşıma araçları sadece durması gereken durak veya istasyonlarda durur. Oysa otomobil tamamen sizin isteğinize tabidir. Direksiyonu çevirmeniz veya gaza / frene basmanız yeterlidir.

Otomobillerin sağladığı özgürlük ve statü pek çok yazarın ilgisini çekmiştir.

İngiliz şair Rudyard Kipling bir otomobil meraklısıydı ve otomobiliyle tüm Fransa’yı gezmiştir.  Onun bu merakı başka bir İngilize, Julian Barnes’a örnek olmuştur ve Barnes önce ailesiyle sonra yalnız başına tüm Fransa’yı otomobille turlamıştır. Umberto Eco Sıfır Sayı romanında kahramanlarına otomobil hakkında uzun bir sohbet yaptırır. Milan Kundera, Eduardo Galeano, Roland Barthes ve Jean Baudrillard gibi yazar ve düşünürler, otomobilin verdiği özgürlükten ve insanlara sağladığı ayrıcalıktan bahis açarlar ve kendi deneyimlerini anlatırlar.

Bizi götüren, taşıyan, yüzdüren ve uçuran her türlü aracın ortak yanı hepsinin tekerlekli olmasıdır. İnsanoğlu kendi uygarlık sürecinde tekerleği icat etmeseydi, keşifler, ticaret, sanayi ve turizm olmayacaktı. Üstelik tekerlek, havalimanlarının, otogarların, istasyonların temel  varoluş nedeni olarak bir daha icat edilemeyecek kadar değerli bir keşif olarak bilim tarihindeki ayrıcalıklı yerini hala korumaktadır. Tekerlek bizi zamanın ve mekanın ötesine taşır.

Gerisi hayata aittir.