SAİT FAİK ÜZERİNE BİR KONUŞMA

26 Temmuz 2019. Muhtelif Şeyler Atölyesi. Moda.

 Sait Faik Abasıyanık’ın adını ilk kez edebiyat dersinde duydum. Soyadı ilginç gelmişti. Sonra onun fotoğrafını 100 Ünlü Türk ansiklopedisinde gördüm. 1906 doğumludur. Adapazarlı olduğunu öğrendim. Annemin yakın akrabalarından birisinin kocası da Adapazarlıydı. Sonra onun bir kitabını satın aldım. Bilgi Yayınevi. Kapağı çok hoşuma gitmişti. “Öyle Bir Hikaye” öyküsünde Atikali semtinden söz ediyordu. Onunla aynı kaldırımlarda yürüdüğümüzü hayal etmiştim. Sonra o kitabı başka kitaplar izledi ve ben bir öyküsever haline geldim. Sanat Olayı Dergisi’ne kısa öyküler gönderdiğimi anımsıyorum. Lise çağlarındayken Sait Faik’in tüm öykü kitaplarını okudum. Başka öykücülerle ve öykülerle tanışarak onun ne kadar büyük bir öykücü olduğunu anladım. Şiirleri için aynı şeyi söyleyemeyiz. Sait Faik’in tüm öykü, şiir, yazı ve röportajlarını Yapı Kredi Yayınları 2009 yılında tek kitap halinde yayımladı. 1779 sayfadır.

Üniversite yıllarımda sınıf arkadaşım olan Pemra Gözübüyük sonradan Abasıyanık Ailesi’nin gelini oldu.

Yine üniversite yıllarımda Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda Gençlik Günleri düzenlenirdi. Gencay Gürün tiyatronun genel sanat yönetmeniydi. 1984’te getirilmişti bu göreve. Ben Sait Faik için yazılar tek kişilik bir oyuna gitmiştim: Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye. Oyunu Savaş Dinçel Sait Faik’in öykülerinden oyunlaştırmıştı ve oynayan da kendisiydi. Oyunda kullanılan bir Sait Faik büstü vardı. Sahnede duruyordu o büst ve Dinçel zaman zaman onunla konuşuyordu Sait Faik ile konuşur gibi. Her temsilin sonunda Savaş Dinçel o büstü kura çekerek seyircilerden birine armağan ediyordu.

Oyunu keyifle izledim. Sonra Dinçel kura çekti ve kura bana çıktı. Çok heyecanlandığını anımsıyorum, dün gibi. Sahneye davet etti beni. “Sait Faik okuyor musun” diye sordu bana önce. “Evet” dedim çekingenlikten ölerek. Bu büst senin ona iyi bak dedi ve kucağıma verdi. Ben de o büstü alıp 87 numaralı otobüse binip eve gitmiştim. Annem elimde böyle Atatürk büstü gibi bir büst görünce çok şaşırmış ve onu nereden buldun diye sormuştu. Yıllarca sakladım onu. Taşınmak zorunda kaldığımız bir gün büstün kırıldığını öğrendim. Ne zaman Burgazada’ya gidip karşımda Sait Faik’in heykelini görsem aklıma kazandığım o büst gelir. Savaş Dinçel’i 2007 yılında kaybettik, onu da belirtelim.

Sait Faik nasıl insandı ? Nasıl bir yazardı ve nasıl yazardı ? İşsiz miydi ? Aylak mıydı ? Burgazada’da mı yaşıyordu yoksa İstanbul’da mı ? Kimlerle konuşurdu ? Ne yer, ne içerdi ?

Sait Faik İstanbul’dur, Türkiye’dir. Onun geçim derdi çekmeden yaşaması sol entelijansiyanın pek hoşuna gitmemiştir ama o tüm öykülerinde Türkiye’yi çok iyi anlatır. “Ben denizi, balığı, balık tutanı, ekmeğini denizden çıkaran insanı çok severim” diye yazar. Onun öyküleri Ara Güler’in İstanbul fotoğraflarını anımsatır bana, öylesine yalın ve daima siyah-beyazdır. Sait Faik’in öykülerinde adı geçen İstanbul semtleri yüksek lisans tezine konu olmuştur. Burgazada’da yaşıyor olmasına rağmen sık sık karşıya, İstanbul’a geçerdi ve bunu vapurla yapardı. Projektörcü öyküsü onlardan biridir. Ne yazık ki onun adını taşıyan bir şehir hatları vapuru yok. Çoğu öyküsünü vapurda yazmış veya vapurda başından geçenleri konu edinmiştir. Yoksul İstanbulluları görmek ve tanımak için alt kamarada seyahat ederdi. Alt Kamara adlı bir öyküsü de vardır. “Üçüncü Mevki” adlı öyküsünde ise Geyve Tren İstasyonu’nu betimler. Neredeyse tüm öykülerinde birinci tekil şahıs ile yazar ve üslubu okuyucuyla sohbet eder gibidir. Kalorifer ve Bahar adlı öyküsünde İstanbul’un arka mahallelerini çok güzel tarif eder. Tabiattan, sinemadan ve bahar ayından söz açar. “Fırsat buldukça, canım sıkıldıkça insanları sevmek için daima melankolik köşeler arardım. İstanbul’a bakar kalırdım” der.

Adalar’da ve İstanbul’da gezer, balıkçılarla oturur, kahvelerde insanlarla sohbet eder yahut kulak misafiri olurdu.  “Kıraathaneler” adlı bir öyküsü vardır mesela. İstanbul’un halinden şikayet eder “Söylendim Durdum” öyküsünde. (s.478).

Ark adlı öyküsünde de İstarbul’un gürültüsünü ve Gülhane Parkı’nı anlatır. (s.179)

“Gün gelecek toprağı ve kuşları göremeyeceksiniz” der. Varlık Dergisi. 1 Ocak 1952. (s.783)

“Şehir dışına çıkmak, kendinden kurtulmak gibi bir şeydir” diye yazar.

Deprem bölgesine inşaat yapımı için yapılan bir ihaleden söz eder cesurca. (s.563)

İstanbul’u sevdiği kadar ve belki ondan da çok insanı sever. İnsanın samimi sıcaklığını arar durur. Kriz adlı öyküsünde insanın değeri üzerinden bir tartışma başlatır ki bence bugün bile tartışılabilir bir sorudur. Sorar: Bir tarihi eser mi daha kıymetlidir yoksa bir insan mı ? (s.643)

Mona Lisa mı daha değerlidir yoksa bir çocuk mu ?

Aylaktır Sait Faik. Babasının varlıklı bir insan olması nedeniyle çalışmaya ihtiyacı yoktur. Kısa süren bir öğretmenlik ve gazetecilik macerası dışında 1954’teki ölümüne kadar devamlı bir işte çalışmamıştır. Öğretmenlik yaptığı okul Halıcıoğlu Ermeni Yetim Okulu’dur. Derslere hep geç kalmıştır. Gezer durur ve insanları gözlemlerdi.

1 Aralık 1935’te Varlık’ta yayımlanan “Şehri Unutan Adam” öyküsünde şöyle yazar:
“Sarhoştum. Hava, elektrikler, şehir beni sarhoş ediyordu. İnsanlar beni mıknatıs hızıyla kendilerine çekiyordu. Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak istiyordum.”

Aylaklığından söz ettiği öyküleri de vapurda geçen öyküleri kadar fazladır. (s.427 – 447 – 450 – 570 – 763).

“Kalabalık bir caddenin oldukça sevimsiz bir kahvesine akşamları çıkıyor, camın önündeki masaların hemen arkasındaki yere oturup kalıyorum. Saatlerce gelip geçenleri seyrediyorum. Sıkılmıyor muyum ? Aksine, müthiş eğleniyorum.” diye başlar “Bilmem Neden Böyle Yapıyorum” adlı öyküsüne.

“Başım düşüncesiz, yalnız, tatlı, yumuşak, şehvetli diyebileceğim bu ağır havayı koklayarak ne hisse, ne fikre benzeyen meçhul yumuşak düşüncelerle dükkanların içinde uyuklayanları, ağır ağır geçen insanları, camekanların içindeki lüzumsuz eşyayı, hatta büyük mağazalardaki kadın mankenleri seyrederek dolaşmak çok zevklidir.” diye yazmıştır.

“Çocukluğumda da, ilkgençliğimde de bir şey olmaya değil, olmamaya karar vermiştim. Siz istediğiniz kadar bana meşhur deyin” diye yanıtlar Varlık dergisinin 1953 yılında kendisiyle yaptığı bir röportajı.

Sizce bir yazar ne kadar kazanmalıdır sorusunu “Hiç olmazsa bir nahiye müdürü kadar” diye yanıtlar. Ama hayatını babasından kalan parayla sürdürdüğünü saklamaz.

Cemiyete yani topluma faydalı olmak nedir ? Nasıldır ? Bunu tartışır bir yazısında (s.684) “İnsan cemiyete en faydalı göründüğü zaman en büyük zararı da yapabilir” diye konuşturur arkadaşı Hayri’yi.

Onun HABER Gazetesi’ne yazdığı mahkeme yazıları dönemin duruşmalarını, suç profilini çok güzel yansıtır. Mahkeme Kapısı adını taşıyan öyküleri tamamen bu yazılardan oluşur. Yıl 1942’dir.

Gazeteci olarak yazdığı haberlerde de dönemin toplumsal yapısı, insanı, Türkiye’nin sosyo-ekonomik durumunu çok net görürüz. İşte edebiyatın gücü buradadır.

Orhan Veli ile Yaşar Kemal ile, Bedri Rahmi Eyüboğlu ile dostluğu vardır. Dönemin tüm yazar ve çizerleriyle tanışır. “Onunla” adlı yazısında Orhan Veli’yi anlatır. (s.1389)

Bedri Rahmi’nin ona armağan ettiği bir resim Sait Faik Müzesi’nde sergilenmektedir. Onunla olan dostluğunu anlatır bir yazısında. Memleketin tüm sanatçıları, ressam ve heykeltıraşları için dönemin hükümetine şu soruyu sorar: “Bir üniversite inşaatında ressama iş yok mudur ?”

Merkezi Amerika Birleşik Devletleri’nde olan Mark Twain Derneği onu üyeliğe kabul eder. O belge bugün Burgazada’daki Müze Ev’de bulunmaktadır. Yaşar Kemal 17 Mayıs 1953’te Cumhuriyet Gazetetesi’nde yayımlanan röportajında Sait Faik’in bu başarısından söz eder. Sait Faik’ten önce Mark Twain Cemiyeti’nin ilk Türk üyesinin Atatürk olduğunu yazar.

Haritada Bir Nokta öyküsünü şu sözlerle bitirir: Yazmasam deli olacaktım. Hayatı boyunca yazmıştır. Keşke daha uzun yaşasaydı ve daha fazla öykü bıraksaydı bizlere. 1954’te öldüğünde yalnızca 48 yaşındaydı.

Her dönemde olduğu gibi onun yaşadığı dönemde de yazarlara ve düşün insanlarına baskılar vardı. Kestaneci Dostum adını taşıyan öyküsünde bir çocuğun mangalına tekme vuruluyordur. Ertesi günü polis karakola çağırır Sait Faik’i ve kestanecinin mangalına tekme vuranı sorarlar. “Ben bilmiyorum, belki bir bekçi vurmuştur” diye yanıtlar. Yazılarına dergi ve gazetelerin patronlarının ve yayın yönetmenlerinin müdahale ettiğinden şikayet eder. Ismarlama yazı yazmadığı için onlarla ters düşer. Bir öyküden beş lira, yedi lira kazanmak için onlara müdana etmez. Bir röportajında  “sanatçının düşüncesi sınırlanamaz” der. Ama devlet sınırlar. Bazı konulara girmek zinhar yasaktır. İngiltere’de okuyan bir arkadaşının işçilerle ilgili yazdığı öyküleri hiçbir derginin basmadığını anlatır. (s.1454). Aynı dönemde İngiliz dergileri bir öyküye 100 Pound vermektedirler.

Her yazar gibi onun da sözcüklerle ilişkisi özeldir. Şöyle anlatır bu ilişkiyi:

“Cümle denilen şey birtakım his ve bilgilerin ifadesi ise Ramo’nun (Köye Gönderilen Eşek öyküsündeki Kürt çocuk) söyleyecek bir şeyi yoktu. Fakat dünyada birtakım eşya, insanlar ve bunların arasında bir takım münasebetler vardı: kelimeler.”

Onun kelimelerle ördüğü öykülerine baktığımızda zengin bir Türkçe görürüz aynı zamanda. Benim dikkatimi çeken bazı sözcükler şunlardır:

ZEHAB,  MÜCEDDET,  NEBATAT,  İDARE-İ MASLAHAT,  MUHTASAR, BENİADEM,  KUBLELVUKU HİS,  HALÜ ETVAR,  MEYUS,  TEVEKELİ, ENİKONU,  NAMÜTENAHİ,  TERÜTAZE,  HADDİZATINDA,  İSTİDA, NÜMAYİŞ,  MİSLİ MENENDİ.

1906 – 1954. Öldüğünde yalnızca 48 yaşındaydı. Kendisiyle Kurun Gazetesi için yapılan bir röportajda “en çok beğendiğiniz eseriniz hangisidir” diye sorulmuştur. Yanıt olarak “hiçbir yazımı beğenmiyorum” demiştir.

Biz onun her yazısını ve her öyküsünü beğeniyor ve üstüne titriyoruz.

Geldiğiniz ve dinlediğiniz için teşekkür ederim.

“MARDİN’İN SIRLARI”  Konferansı

  Artuklu Üniversitesi… 24 Nisan 2019

  Mardin Müzesi……….. 25 Nisan 2019

 Hepiniz hoş geldiniz.

Burada bulunmamı ve sizlere hitap edebilmemi sağladığı için Artuklu Üniversitesi Sağlık, Spor ve Kültür Daire Başkanlığı’na ve üniversitenin değerli yöneticilerine teşekkür ederim.

Benim Mardin’e ilk geldiğim yıllar 90’lı yılların sonudur. Yani yaklaşık 20 sene önce. Bir boya firması Mardin rengi dış cephe boyası üretmişti ve bir grup yazarı buraya getirdi. Çarşının aşağısındaki Kervansaray Oteli’nde konaklamıştık. Mardin’e dair ilk izlenimlerim olumluydu. Doğal bir tarihi çekim ortamında gibiydik. Mardin’e özel çörek ikliçe, cadde boyunca sıralanan şarap butikleri, taş binalar, kiliseler ve karşımızda uzanan Mezopotamya ovası beni en çok etkileyen unsurlardı. (Foto: Mardin genel)

Burasının birbiri üzerine yaslanan sarı taş binalarıyla Mezopotamya Ovası’nı gören geniş ufuklu bir kent olduğunu ve insanlarının da tıpkı ait oldukları kent gibi geniş ufuklu olduğunu ve tıpkı birbirine yaslanan taş evleri gibi zor zamanlarında birbirlerine yaslandıklarını düşünmüştüm.

Şehri çevreleyen geniş ovalar, Diyarbakır yolu ve Suriye sınırı görülebiliyor. Yaklaşık 1.200 metre yüksekliğindeki bir tepenin üstünde yer alır Mardin Kalesi. (Foto: Mardin Kalesi) Bölgede çok sayıda kale var. Mardin’in esas adı olan MERDİN adı oradan geliyor. Süryanice “Kaleler” anlamına geliyor Merdin. Kartal Yuvası denilen kendi kalesi, Kuşlar Yuvası denilen kalesi, Kalıtmara Köyü’nün kalesi olan Kadın Kalesi, Zerzavan Kalesi, Deyrülzafaran’ın kuzeydoğusundaki Arur Kalesi. Tüm bu kalelerin ortasında kalan Mardin’e bu nedenle Merdin denmiştir.

MARDİN KALESİ (fotoğraf: Kale 1910 )

Amid’den Nusaybin’e giden yol güzergâhı üzerinde bulunan yerleşimin “Maride Kalesi” olarak anıldığını biliyoruz. Süryani dilinde Marde kelimesi “tek kale” anlamına gelmektedir. 1471 tarihinde Mardin’i gezen Barbaro adlı gezgin, kale içerisinde yaklaşık olarak 300 kadar evin meskûn olduğunu söylerken, ilerleyen dönemlerde kale bir iskân yeri olmaktan çıkmıştır. Burası 1963 yılında konulan NATO radarı nedeniyle askeri bölge ilan edilip halka kapatılmıştır. Yeniden açılması için sanırım çalışmalar devam ediyor.

Mardin’i ilk kuranlar Perslerin bu yöreye yerleştirdiği MARDE adında bir kavimdi. Bizanslılar bu ismi Mardia olarak değiştirmiştir. Osmanlılar ise Mardin demiştir. Bu bölgede Asurlular, Medler, Babil Krallıkları, Persler, Urfa Krallığı, Roma İmparatorluğu ve ardından Bizans hüküm sürdü. 12’inci yüzyılın başından itibaren Türk-İslam Devletleri önce Artukoğulları, Akkoyunlular.. Osmanlı hakimiyeti 16’ıncı yüzyılın ilk çeyreğinde başlar. Kentin mahallelere bölünmesi ilk kez 1836 yılında şehrin yöneticisi Köse Paşa diye bilinen Muhammed Bey tarafından yapılır ve şehir 13 mahalleye bölünür.

Savurkapı, Kölesiyen, Medrese, Ulu Camii, Yeni Kapı, Mişkin, Emineddin, Tekke, Latifiye, Şeyhullah, Şehidiye, Necmeddin ve Çabuk mahalleleri.

Aynı tarihlerde şehir 3 bin 643 haneden ibaretti. Bunun 1816 hanesini Müslümanlar, 1809 hanesini Hıristiyanlar, 18 hanesini ise Museviler oluşturuyordu. Devlet ilk kez bu sayımdan sonra Mardin’en asker alımına başlamıştır. Kavalalı isyanına karşı şehirden 2 bin erkek toplanıp askere alınmıştır. (Fotoğraf: Mardin eski 1827 )

1918 yılında Osmanlı Devleti artık savaşı kaybetmişti ve Mardin çok sayıda yabancı ülkenin işgali altındaydı. Ama bir ülkenin kesin hakimiyetine girmemişti. Irak’taki İngiliz güçleri komutanı General Nuel, komutanlarıyla birlikte Mardin’e gelir ve şehri savaşsız şekilde alabilmek için kentin ileri gelenleriyle görüşür. Süryani Kadim Patriği Üçüncü İlyas Şakir Efendi kendisine “biz Türküz ve Türk idaresinden başka idare istemiyoruz” yanıtını verir. Milli Mücadeleden sonra Atatürk, İlyas Şakir Efendi için övgü dolu sözler söylemiştir. 1922’de karşılaşmışlar ve birbirlerine sarılarak hal hatır sormuşlardır. (Fotoğraf: İlyas Şakir ile Atatürk )

1923’te ilan edilen cumhuriyetten sonra kente atanan ilk vali Abdulfattah Efendi’dir. Bir yıl sonra Tevfik Hadi Bey vali olmuştur. 1925’te patlayan Şeyh Sait isyanı bölgeyi çok huzursuz etmiştir. 1927’de Medeni Kanun kabul edilince giyim-kuşam değişmeye başlamıştır. Kazalara telefon merkezleri bağlanmaya başlandı. Gercüş, Midyat ve Kızıltepe’den Mardin merkeze bağlanan yollar yapıldı. Toprak yollar yerine bunlar daha doğru dürüst yollardı. 23 Şubat 1934’te Mardin’de Halkevi binası hizmete açıldı. Başkanı Dr.Aziz Uras idi.  (Fotoğraf: Aziz Uras )

TOPLUM

Mezopotamya yerleşik tarımın ilk başladığı yerdir. Böyle olunca Mardin’i de içine alan Tur Abdin bölgesinde irili-ufaklı çok sayıda halk yaşamıştır. Süryaniler, Kürtler, Yezidiler, Türkler, Ermeniler, Araplar, Yakubiler, Nasturiler, Keldaniler ve Museviler… Kentin içinde Yahudi Çeşmesi denilen bir çeşme bile mevcuttur. (Fotoğraf: Yahudi Çeşmesi)

Bu halkların bazıları devletsiz halklardır. Süryaniler, Mıhallemiler, Domlar, Kürtler, Keldaniler, Nasturiler gibi. Domlar Çingenelerdir. Ortadoğuya göç edenlere Karaçi, Anadolu’da kalanlara Roman denir. Buralarda “mıtırp” denebilir, çalgıcı anlamında.

Mıhallemiler milattan önceki dönemlerden bu yana bu topraklardadır. Domlar gibi kendilerine ait bir dilleri ve isimleri vardır. Cumhuriyetin kuruluşuna dek bölgede aktif olan bir Mıhallemi Emirliği vardır. Bu emirliğin bilinen merkezi Habsınas köyüdür. (Bugünkü adı: Mercimekli). Mıhallemiler farklı dinlere mensuptur ama çoğunluğu Müslümandır. Yüzde 5’i Ezidi inancına sahiptir. Yüzde 10’u Hıristiyandır. Akad, Babil ve Asur kültürünü günümüze kadar ulaştıran önemli bir kavimdir Mıhallemiler ve koruma altına alınmalılar. (Fotoğraf: Mardin eski köyler)

Batman, Şırnak ve Mardin’in büyük bölümünü içine alan Tur Abdin bölgesi Süryani halkın da yaşadığı bir coğrafi alandır. Süryanilerin yerleşimleri MS 400’e kadar uzanır. 1842 yılı sayılarına göre 13 bin Süryani aile vardı. 1345 Katolik Süryani vardı. Süryanilerin bölgedeki nüfusu 1890’da başlayan ve 1915’te doruğa ulaşan katliamlar nedeniyle iyice azalmıştır. Süryaniler bu katliamlara “SEYFO” adını verirler yani kılıçtan geçirme. (Fotoğraf: Mardin’den bir Ev)

Mardin’de ilk Protestan okulunu ABD Episkoposluk Kilisesi 1847’de açmıştır. 1850’de Osmanlı Devleti Protestanları millet olarak tanıma kararı almıştır. ABD Kilisesi daha sonra bölgede savaşta öksüz ve yetim kalan çocuklar için yatılı okullar da açmıştır. Mardin Tepesi’nde bir yetimhane vardı. Mişkinkapı mahallesi Amerikalıların okul ve hastane açtıkları mahalleydi. (Fotoğraf: Mardin’den )

Amerikan Erkek yatılı okulu 1863’te burada açılmıştır. 37 öğrencisi vardı okulun. Kurucusu Dr Frank Gates 20 yıl Mardin’de yaşamıştır. Amerikan Kız Okulu ise 1864’te yani 1 yıl sonra açıldı. Mardin’de Amerikan Lisesi (Zükur Mektebi) açılış tarihi ise 1885. Asıl önemli yapı, bölge halkına büyük hizmetler veren Amerikan Hastanesi idi. 1880’de inşa edilen bina 1911’de genişletilmiş ve oda sayısı 10’a yükselmiştir. Hastane binası bugün hala ayaktadır ve içinde bir aile (Amaklar Ailesi) ikamet etmektedir. (Fotoğraf: Amerikan Hastanesi eski ) Hastanenin yöneticisi Dr.Daniel Morrison THOM bir misyoner olarak gelmiştir ama tüm Mardin halkını ücretsiz tedavi ederek büyük hizmet yapmıştır. Yaptığı çalışmalar nedeniyle Padişah Abdülhamid’ten onur madalyası almıştır. Mardin’de 40 yıl yaşamıştır ve 1915 Tehciri sırasında Mardin’den kovulmuştur. Dr.Thom yine de Türkiye’ye küsmemiştir. Sivas’a gitmiş ve oradaki bir hastanede gönüllü olarak çalışırken tifüs kapmış ve 1915’te 70 yaşındayken ölmüştür. (Fotoğraf: Dr. MorrisonThom)

1915 yılı Mardin’deki Hıristiyanların hayatının tarumar olduğu yıldır. Devletin aldığı tehcir kararı tüm Anadolu’daki Ermenileri etkilediği gibi Mardin’deki Ermenileri, Süryanileri ve gayrimüslimleri evlerinden, yerlerinden-yurtlarından ve canlarından etmiştir. Zorla terk ettirilen evlere Müslüman Mardinliler yerleştirilir. 1917 yılında Mardin’e Türk ve Alman askerleri geldiğinde şehir mültecilerle doludur. Mustafa Kemal Mardin’e 1917 yılında gelir. Hatta onun bulunduğu heyetin arabaları dar yollardan geçebilsin diye bir istihkam birliği yolları genişletir. Belediye Reisi Hıdır Çelebi kendisini evinde konuk eder. Atatürk’ün Alman Karargahı’nda çekilmiş bir resmi de mevcuttur. (Fotoğraf: Atatürk Alman Karargah)

Cumhuriyetin ilanından sonra da ticaretin millileştirilmesi ve nüfusun Türkleştirilmesi çalışmaları devam etmiştir. Din merkezleri, kiliseler, manastırlar kapatılmış veya el konmuş, askeri depo haline getirilmiştir. Örneğin Ermenilerin Aziz Yusuf Katedrali, Süryanilerin Zafaran Manastırı’na 1923 yılında el konmuştur. 12 Mart 1924’te askerler Aziz Efram Manastırı’na el koymuş ve orayı bir süvari karargahına dönüştürmüştür. (Fotoğraf: Alman Karargahı bugün)

22 Nisan 1924’te Ankara’dan Mardin valisine gelen bir telgrafla tüm gayrimüslimlerin şehirden çıkartılması emredilmiştir.

Bölgeye Almanlar da gelmiş zamanında. Alman Şark Misyonu yönetim kurulu üyesi ve siyasetçi Paul Rohrbach 1901 yılında Mardin’e gelmiş. Mardin 30 bin nüfuslu bir kentmiş o tarihte. Mardin’i anlatır notlarında. Bir fransisken Katolik papazın evinde kalır. Kaldığı evin cephesi mezopotamyaya bakıyordur. Şöyle yazar:

“Misafirhanedeki odam bir deniz gibi uzanan mezopotamya’ya bakıyordu. Ertesi gün kaleden gördüğüm manzara daha da muhteşemdi. Güneş, rüzgar ve bulutlar canhıraş bir kavgaya tutuştular. Sonra bulutların kara gölgeleri, kahverengi, uçsuz-bucaksız ovanın üstünden hızla geçtiler. Güneyde, doğuda ve batıda, daha ileride ve bozkırda koyu renkli benekler görülüyordu. Bunlar birkaç küçük köyün konumunu gösteren işaretlerdi.”

EKONOMİ

1970’li yılların kayıtlarına baktığımızda Mardin’in ekonomik yönü tarıma ve hayvancılığa dayandığını görürüz. O yıllarda Tiftik Keçisi’nin bir cinsi beslenirmiş Mardin’de. Ekilen ürünler: Buğday, meşe palamudu, baklacılık, patates, soğan ve sarımsak, Üzüm. Buna bağlı olarak sirke, şıra ve şarap üretimi. (Fotoğraf: Mardin Çarşı)

19.yüzyılda Mezopotamya’yı gezen bir İngiliz gezgin Mardin’i anlatırken şöyle yazar: “Burada sokaklar dar ve kirli, yaşayanlar dertli ve perişan görünüyor. Buranın esas ticareti Halep’e yollanan meşe palamududur.”

1889’da Mardin’de doğmuş bir Ermeni olan Kaspo şunları söyler anılarında: “Mardin’de dağ yamacında inşa edilmiş evler tıpkı bir merdivenin basamakları gibi birbirinin üzerinde sıralanmıştır. Burada hava temiz, yazlar sıcak, kışlar ise soğuktur. Toprağında şeftali, armut, kiraz, nar ve üzüm yetişir.”

Doğum tarihi 1883 olan başka bir yazar ise şunları yazar: “Halkın geçimi ticaret ve tarımdır. Önemli meslekler Hıristiyanların elindedir. Halep, Cizre, Erzurum, Diyarbakır ve Nusaybin ile ticaret gelişmiştir.” O tarihlerde şehirde 20 cami, 3 Kuran Okulu, 10 kilise ve 3 manastır vardı.”

Mardin’deki çarşılar meşhurdur. Bunlardan Kayseriye Çarşısı Kapalıçarşı anlamına gelir. Üç bölümden oluşan içinde 100 dükkan bulunan büyük bir çarşıdır. Eskiden Mardin’in ticaret hayatı bu çarşıda yaşanırdı. Ulu Camii’nin kuzeyine düşer. 1891 yılının Kasım ayında bazı kişiler ticari husumet yüzünden çarşıyı kundakladılar. Çıkan yangın 12 saat sürdü ve çarşıdaki dükkanların tamamı içindeki mallarıyla birlikte küle döndü. İki kişi yanarak can verdi. Ölenlerden biri Kaplogiller Ailesi’ndendi. (Fotoğraf: Çarşıdan fındık fıstık)     

Badem, ceviz ve fıstık üretimi hala sürüyor. Küçük imalat yerleri vardır. Süs eşyaları, kuyumculuk, el oymaları, terzilik. Testicilik. Bakırcılık. Son yıllarda tabii ki turizm. Hali hazırda otellerde yer olmadığını biliyoruz. Turizme bağlı olarak gastronomi, yemek turizmi kente bir hareketlilik sağlamaktadır. Mardin’in yemekleri sanırım ayrı bir söyleşi konusudur.

Marre Köyü (Fotoğraf: Marre)

Mağaralar anlamına gelir. Cumhuriyet döneminde adı Eskihisar olarak değiştirilmiş. Nusaybin’in 23 km kuzeydoğusundaki İzlo Dağı’nın eteklerindedir. Savaşlarda yakılıp yıkılmış ve terk edilmiş bir Süryani köyüdür. Marre’deki mağaralarından biri Yavuz Turgul’un 2005’te çektiği “Gönül Yarası” filminde Şener Şen’in öğretmen Nazım’ın odası olarak kullanılmıştır. (Fotoğraf: Gönül Yarası Afiş)

Gırnavaz Köyü

Nusaybin halkı cinlerin tanrısının bu köyde yaşadığına inanır. Rivayet odur ki cinler ağaç şekline bürünürmüş. Gırnavaz’ın halk arasında cin tepesi olarak bilindiği ve buradaki cinlerin psikolojik ve bedensel özürlü hastalara şifa verdiği söylenmektedir. Ayrıca bu tepede halk arasında cinlerin reisi olarak bilinen Mir Osmana ait olduğu söylenen bir türbe bulunmaktadır. (Fotoğraf: Köy görüntüsü)
Burada yapılan kazılarda Gırnavazın MÖ 4 bin sonlarında ve Mö 7. Yüzyıla kadar kesintisiz iskân edildiği anlaşılmıştır. Höyük üzerinde İslami dönemlere ait büyük bir mezarlık bulunmuştur. Gırnavaz’da bulunan kadim eserler şu anda Mardin müzesinde sergilenmektedir. Ali Çiğdem adlı bir öğretmen, Gırnavaz’daki cin öykülerini konu alan bir roman yazmıştır. (Fotoğraf: Kitap)

Deyrulzafaran

Deyrulzafaran Manastırı’na özel bir alan açmak gerekiyor sanırım. Yukarı Mezopotamya’nın en önemli eserlerlerinden olan bu manastır Süryani Kadim Cemaati’nin dini merkezidir. MS4.yüzyılda kurulduğuna göre 1.600 yıllık bir mabeddir. Canlı bir tarih sayılan manastırın en büyük özelliği şimdiye kadar gelmiş geçmiş tüm Süryani Patriklerinin ve azizlerinin mezarları ve kemikleri burada muhafaza edilmektedir. Bu yüzden manastırın diğer adı “12 Bin Aziz Manastırı” olarak bilinir. Manastırda MS 12.yüzyılda ceylan derisi üzerine yazılmış resimli bir İncil bulunmakta ve kütüphanesinin değerini paha biçilmez hale getirmektedir. (Fotoğraf: Tarihi İncil )

Deyrulzafaran 5.yüzyılda doğunun ilk üniversitelerinden biri olarak işlev görmüştür. İlk tıp fakültesinin burada kurulduğu belirtilmektedir. Hasan Ali Yücel 30 Mart 1946’ta manastırı ziyaret edip onur defterini imzalamıştır. (Fotoğraf: Hasan Ali Yücel ey yazısı)

1955 yılında manastırı Mardin’e bağlayan bugünkü yol hizmete açılmıştır. (Fotoğraf: Toplu resim)

Deyrulzafaran’ın yanı sıra bölgede çok sayıda başka manastırlar bulunmaktadır. Kayalar içine oyulmuş Meryem Ana ve Theodoros Tapınakları, Mor Yakıp Manastırı, Mor Behnam Manastırı, Mor Mihail Manastırı gibi çok sayıda dini yapı mevcuttur.

Mor Petrus-Mor Pavlus Kilisesi Mardin’e inşa edilmiş son Hıristiyan mabedidir. 2008 yılında restore edilmiştir. (Fotoğraf: Kilise ve Neli Hadid) Bu kilisede görevli olan Suriye göçmeni Neli Hadid, kendisiyle yaptığım görüşmeden sonra yurtdışına gitti.

 

MARDİN’İN İNSANLARI

Mardin halkının yaşam tarzı güneydoğu kentlerinden farklıdır. Yeniliklere açıktır. Aşırı mutaassıp değildir. Modayı izler, müziği sever. Her Mardin evinde bir müzik aleti varmış eskiden. Kadınlar ud çalarmış. Her dinden insanın sevincine ve üzüntüsüne komşusu olan diğer dinden Mardinli iştirak eder. Hala böyledir. Deyrulzafaran gibi Kasımiye, Zenciriye, Kızıltepe Dunaysar medreseleri zamanın ünlü eğitim yuvalarıydı. Artukluların kurduğu yapılar bugün hala ayaktadır. 1925’te Altın Mızrak adlı bir spor kulübü kurulmuştur kentte. 1927’de ise Türk Ocağı tarafından İdman Yurdu kuruldu. 1931’de kulüplerin sayısı 4’e çıktı. 1938’de Ankara Muhafızgücü bisikletçileri toplu olarak Mardin’e gelmiştir. (Fotoğraf: Bisikletçiler)

MARDİN Katolik Ermeni Cemaati’nin en önemli kurbanı Başpiskopos İğnatius Maloyan’dır. (Fotoğraf: Maloyan)

1869 Mardin doğumludur. 1911 yılında doğduğu şehre bölge episkoposu olarak tayin edilmiştir. Olaylar sırasında Mardin’de tutuklandı, işkence gördü ve daha sonra öldürüldü. Olay tam bir Hıristiyan şehadetidir. Öyle ki İgnatius Maloyan 7 Ekim 2001’de Papa İkinci Jean Paul tarafından aziz ilan edilmiştir. Lübnan’da bulunan Ermeni Katolik Patrikhanesi’ne onun heykeli dikilmiştir.

Din Adamı, yazar ve filozof Hanna Dolapönü. (Fotoğraf: Dolapönü )

1885 yılında Mardin’de doğdu. Henüz altı yaşındayken kilisede başladığı eğitime Kebuşilerin okulunda devam etti.1908 de ise kiliseye bağlandı.1913 yılında da Deyrülzafaran okulu öğretmenliğinde getirildi. Bu sürede hem matbaa idaresi hem de Hikmet dergisinin yazı işlerini üstlenmişti. (Fotoğraf: Hikmet Dergisi)  1926 yılında Kudüs’e gönderildi. Üç yıllık çalışmadan sonra Deyrülzafaran’a geri döndü. Dolapönü 1947’de Mardin ve Deyrülzafaran Metropolitliği’ne atandı. Onun döneminde manastır tarihinin en parlak dönemini yaşar. Türkçe, Süryanice ve Arapça dillerinde yazılmış 48 adet eseri mevcuttur. Dergi ve kitap yayımlamaya çok önem vermiştir. O tarihlerde Süryeni cemaatinin iki matbaası vardı. Bu matbaalarda kitapların yanı sıra Hikmet adlı bir dergi yayımlanır. Bu, Süryani cemaati tarafından çıkarılan ilk dergidir. Birinci Dünya Savaşı çıkınca yayınına ara verir. 2 Ekim 1969’da hayatını kaybetti.

Mani ve Manizm (Fotoğraf: Mani )

Fransa’da yaşayan Lübnanlı yazan Amin Maalof “Işığın Bahçeleri” adlı romanında Maniizm ya da Manicilik adı verilen dine adını veren Mani’nin hayatını yazar. Roman Mani’ye adanmıştır. Romanı okurken Maalouf’un Mani’den etkilendiğini anlarsınız. Mani kimdir ? 14 Nisan 216’da Mardin’de doğduğu rivayet edilir. Bu bilgi kesin değildir ama bu bölgeye yakın bir yerde doğduğu kesindir. Mani, görüşleriyle Sasani hükümdarı Şahpur’u etkilemiş ve imparatorluğun resmi dini olan Zerdüştlüğü bırakıp Mani dinine geçmesine neden olmuştu. Mani Amin Maalouf’un romanında kendisini şöyle anlatır:

“Hem bütün dinlerdenim hem hiçbirinden. Bir soya veya aşirete mensup olur gibi bir dine mensup olmayı öğretmişler insanlara. Benim yolumdan gelenler ister Ahuramazda’ya ister Mitra’ya, ister İsa’ya, ister Buda’ya yakarsın. Kuracağım mabedlere herkes kendi dualarıyla gelecek”

Mani’nin yaşadığı yılların İslam öncesi yıllar olduğunu anımsatalım.

Sultan Şeyhmus (Fotoğraf: Şehmuz )

Büyük bir evliya olduğu ve Abdülkadir Geylani Hazretleri döneminde yaşadığı belirtiliyor. Türbesi Mardin-Diyarbakır karayolu üzerinde Şeyhan bölgesindedir. Adak adamak için, çocuk adamak için, üniversiteyi kazanmak için, eş bulmak için bu hocanın türbesine gidilip dua edilir. Çocuğu olanlar çocuklarına Şeyhmuz veya Sultan adını koyarlar. Bu nedenle bölgede adı Şehmuz olan çok kişi vardır. Çok kerametli bir kişi olduğu rivayet edilir. Her yıl Ekim ve Kasım aylarında Çarşamba, Perşembe ve Cuma günleri bu türbe ziyaret edilir ve adak adanır, dualar edilir. Gençler kızlı-erkekli halay çekerler.

Fotoğrafçı Yusuf Karsh. (Fotoğraf: Karş )

Yusuf Karş 1908’de Mardin’de dünyaya geldi. Tehcirin ardından 14 yaşında, ailesiyle birlikte Suriye’ye sığındı. Çocukluk yıllarıyla ilgili konuşmak istemeyen sanatçı, doğduğu topraklardan uzaklaşmak zorunda kalmış olmanın acısını her zaman yüreğinde hissettiğini dile getirmekle yetindi. 16 yaşında Küba’daki amcasının yanına gönderilen Karş’ın fotoğraf yeteneğini amcası fark etti. Kuzenini o dönemde Amerika’nın önde gelen portre fotoğrafçısı olan John H. Garo’nun yanına gönderdi. Garo’dan etkilenen ve sonraki yaşamı için ilham alan Karş, daha sonra Kanada’ya geçerek Ottawa’da kendine ait mütevazı bir fotoğraf stüdyosu kurdu. Karş’ın yeteneğinden etkilenen dönemin başbakanı Meckenzie King, genç fotoğrafçıyı destekleyerek ünlü fotoğrafçılarla bağlantı kurmasında yardımcı oldu. Karş’ın fotoğraflarında siyah beyaz kontrastın gücü hemen hissedilir. (Fotoğraf: İki portre fotoğrafı) Siyasetçilerden sanatçılara ve yazarlara kadar dünyanın en ünlü insanlarının portre fotoğraflarını çekti. Karş’ın fotoğrafları, New York Metropolitan Müzesi, Modern Sanatlar Müzesi ve Kanada’da seçkin müzelerin daimi koleksiyonlarında sergileniyor. 2002 yılında hayatını kaybetti.

Mardin deyince adını anmadan geçemeyeceğim bir isim de hiç kuşkusuz Murathan Mungan’dır. (Fotoğraf: Mungan ile birlikte)

Mardin’in köklü ailelerinden biri olan Munganlardan olan (Beyt Mungan) şair ve yazar, çoğu kitabında Mardin’den söz eder. 2015’te yayımlanan “Harita Metod Defteri” kitabında ise tamamen Mardin’den çocukluk ve gençlik anılarına yer verir. Hacı Kermozadelerin çocuğu, Avukat İsmail Mungan’ın oğlu olduğunu, Arkasında Mardin PTT’si, önünde Şehidiye Camii olan avlusunda kuyu olan evde oturduklarını anlatır. Aile arasında kendisinden MURO diye söz edildiğini öğreniriz anılarında. Mardin’in yemeklerinden “kiliçe”den söz eder. Gızbara, Ibzor, ımlebbes, keme, metfune, bello, ikbebet gibi tatları anlatır.

Aziz Sancar (Fotoğraf: Sancar)

8 Eylül 1946 da Mardin-Savur’da doğmuştur. Sekiz çocuklu bir ailenin çocuğu olarak doğdu. İlk eğitimini Mardin’de tamamladı. Sancar, 1963 yılında girdiği İstanbul Tıp Fakültesini 1971 yılında bitirdi ve eğitim için ABD’ye gitti. Savur’da iki yıl doktorluk yaptı.

Sonrasında Dallas’a giderek Teksas Üniversitesinde Moleküler Biyoloji dalında doktora yaptı. Yale Üniversitesi’nde DNA onarımı dalında doçentlik tezini tamamladı. DNA onarımı, hücre dizilimi, kanser tedavisi ve biyolojik saat üzerinde çalışmalarına devam etti. 1997 yılından bugüne North Carolina Üniversitesi Biyokimya ve Biyofizik Bölümü’nde görev yapan Prof. Sancar, 300 bilimsel makale ve  33 kitap yayınladı.

İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’ne kabul edilen üç Türk’ten biridir.

Hücrelerin hasar gören DNA’ları nasıl onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu haritalandıran araştırmaları sayesinde 2015 Nobel Kimya Ödülü’nü kazandı. Ödülü tek başına kazanmadı. Aziz Sancar ödüle Amerikalı Paul Modrich ve İsveçli Tomas Lindahl ile birlikte layık görüldü

Yönetmen – Senaryo Yazarı – Yapımcı Ümit Utku. (Fotoğraf: Utku )

1929 yılında Mardin’de doğdu. Beyoğlu Erkek Lisesi’ni ve Harp Okulu’nu bitirdi. Sonra ordudan ayrıldı ve senaryo yazmaya başladı. Bu senaryolarından “Artık Çok Geç”,”Son Şarkı”,”Şahinler Diyarı” filme çekildi. 1958 yılında Kervan Film’i kurarak yapımcılığa başladı. Aynı yıl yapımcılığının yanı sıra yönetmenlik de yaptı. Sinemaya bir çok kadın ve erkek sanatçı kazandırdı. Sinema sanatçılarını sosyal güvenceye kavuşturmak amacıyla kurulan Film-San’ın kurucuları arasında yer aldı ve Genel Sekreter olarak yaptığı çalışmalarla,sanatçı ve sinema çalışanlarını sigortalı olma hakkına kavuşturdu. 2016 yılında hayatını kaybetti. Sinema oyuncusu yaptığı çocukları Menderes Utku ve Nilgün Utku’nun babasıdır.

Modacı Suat Aysan. (Fotoğraf: Suat Aysan )

MARDİN’de terzilikle başladığı modacılığa 25 yaşında İstanbul’da kurduğu atölye ile devam eden büyük bir tasarımcıdır.

1968 Meksika Olimpiyatlarına katılan Türk sporcularının kıyafetlerini o tasarladı. Yeni Zelanda’da Türkiye Fahri Konsolosu olarak görev yapan Ali Nejat Kavvar ve Melis Kimya’nın sahibi Fuat Kavvar’ın annesidir.

Mardin’de doğan Suat Aysan, çocukluk yaşlarında modayla ilgilendi. Aysan, Mardin’de  öğrendiği kadın terziliğini 25 yaşındayken Beyoğlu’nda kurduğu atölye ile İstanbul’a taşıdı. Diktiği bir gelinlik, gazetede yayınlanınca kısa sürede tanındı. 1958 yılından beri gelinlik diken ve bunu çok sevdiğini söyleyen Aysan’ın ilk müşterileri arasında sinema sanatçısı Belgin Doruk idi. Çok sayıda film yıldızına kıyafet dikti. Hülya Koçyiğit’in ’Susuz Yaz’ filmi için katıldığı Venedik Film Festivalindeki kıyafetleri Suat Aysan’ın imzasını taşıdı. İran şahı ve bazı kraliyet üyelerine kıyafat tasarladı. Fransız ‘Vogue’ dergisi için hazırladığı giysiler çok ilgi gördü. 2012’de hayatını kaybetti.

Medeniyetlerin harmanlandığı ama daha çok acıların yaşandığı bu topraklar türlü adetlerin, gelenek ve göreneklerin yaşandığı yerlerdir. Yerel yazarlar bu adetleri yazıyorlar ve unutulmasını önlüyorlar. Yerel yazarlar kentle iç içeler, bu kentin insanlarıyla nefes alıyorlar ve sosyolojik değişimlere her anıyla tanıklık ediyorlar.

 

Ahmet Çınarbaş’ın  “Mardin’den Altın Sözler” ve “Mazide Kalanlar” kitapları önemli. Bu kitapta da Ahmet unutulmaya yüz tutan Mardin adetlerini ele almış. (Fotoğraf: Çınarbaş)

Bayramlarda neler yapılırdı, bulgur nasıl öğütülürdü, televizyon Mardin’e ilk geldiğinde nasıl izlenirdi, Mardinspor maçlarına nasıl gidilirdi, çarşıya pazara nasıl çıkılırdı gibi.

Burada önemli olan bu adetlerin, bu isimlerin yazılarak kayıtlara geçirilmesi ve tamamen unutulmasının önlenmesi. İşte bu yüzden bu çaba çok önemli.

Bir başka çaba Sinekli Bakkal Murat Basut’unkidir. Bir bakkalın içinde kurduğu kütüphane her türlü övgüyü hak ediyor. (Fotoğraf: Murat Basut )

Mardin Kent Müzesi ve onun bağışçıları çok önemli bir iş yapıyor. Müzenin çalışmalarına baktığımızda çocuklara verilen müzi eğitimini görüyoruz. Müzede iyi bir kütüphane var. Resim atölyesi var, kukla atölyesi var, heykel atölyesi, drama atelyesi, karagöz günleri, sokak iyileştirme etkinlikleri, cam sanatı atölyesi, arkeolojik kazı alanı yapılıyor, Bilali Şenlikleri ve ziyareti, Mardin’in Sesleri projesi, Masalcılar Buluşması, Uçurtma Şenliği gibi harikulade etkinlikler ve çalışmalar var. Müze Müdürü Sayın Nihat Erdoğan’ı kutluyorum. (Fotoğraf: Mardin Müzesi Kitabı) Kendisinin kaleme aldığı “Müze Eğitimi ve Etkinlikleri” kitabını İstanbul’da okudum ve çok etkilendim. Kitabın 377’inci sayfasındaki “Efsaneler” bölümü de hem eğlenceli hem de etkileyiciydi.

Mardin Sinema Derneği bir kültür kurumu olan kentin hafızasını korumaya çabalıyor.

Mardin’i masallarıyla tanıtan Tacettin Tapurlu ya da anılmasını istediği ismiyle Ebu Barak, kitaplara geçmeyen söylenceleri dilden dile ulaştıran çabasıyla takdire değer işler yapıyor. Geçen yıl geldiğimde bana üzerinde “Mardin Hikayeleri” yazan bir defter verdi. Hikayelerin kısa kısa derlendiği bir defterdi bu. Orada bir Mardin adetini şöyle anlatmış bir anlatıcı: “Avludan ya da damdan eve giren hırsızlar evin kapısını içten açıp dışarı çıkabiliyorlar. Eskiden bu imkansızdı; çünkü eski kilitler içeri girmelerini değil dışarı çıkmalarını engelliyordu.”  (Fotoğraf: Mardin’den Üç Fotoğraf)

Ahşap dağlama sanatçısı Mehmet Selim Gökçen somut olmayan kültürel miras taşıyıcısı olarak Mardin’in değerli zanaatkarlarından birisidir. (Fotoğraf: Selim Gökçen)

Şahmeran figürü Mardin’in simgesi olmuş durumdadır. Şahmeran motifli hediyelikler, çizimler, çanaklar çömlekler korunması gereken bir kültürel mirastır. (Fotoğraf: Şahmeran)

Mardinli işadamları, hayırseverler, şarkıcılar ve siyasetçiler de var hiç kuşkusuz. Onların çoğunu zaten biliyorsunuz.

Mardin’in daha çok anlatılması lazım. Yemekleriyle, tarihiyle, şarkılarıyla, kültürüyle ve sanatıyla. Her şeyiyle. Yansız ve tarafsız olarak. Irkçılık, şovenlik yapmadan. Yazarlar, gazeteciler, şairler büyük katkı veriyor bu anlamda. Ben fırsat buldukça yazıyorum, söz ediyorum. Geçmişte radyo ve TV programlarımda her fırsatta Mardin’i anlattım. Gördüğünüz gibi anlatmaya devam ediyorum. Artuklu Üniversitesi’ne bu konuda büyük görev düşüyor.

Mardin Bienali bu anlamda büyük katkı sunuyor şehre. Daha fazla sanat etkinliği olmalı kentte.

Biraz da kitabımdan söz edeyim izin verirseniz. Geçen yıl Ocak ayında yayımlandı.

Hepinize geldiğiniz için teşekkür ederim.

Kaynaklar: (Fotoğraf: Kaynaklar)

“Tarihte Mardin” Hanna Dolapönü. 1972

“Süryani Kadim Metropolit Hanna Dolapönü” Yrd.Doç.Nihat Durak. 2014

“Dünya Hala Büyük Yaşam Hala Kısa” Murat Erdin. 2018

“Harita Metod Defteri” Murathan Mungan. 2015

“Müze Eğitimi ve Etkinlikleri” Nihat Erdoğan. 2014

“Anlatım: Mardin Hikayeleri” Thierry Payet. 2015

“Mardin Tebliğleri” Konferans Metinleri. Hırant Dink Vakfı. 2013

“Geçmişten Günümüze Ortadoğu ve Mardin” Sempozyum Bildirileri. Artuklu Üniversitesi. 2017

“Mardin’den Altın Sözler” ve “Mazide Kalanlar” Ahmet Çınarbaş. 2018

Mardin Halkı

Mardin Yerel Gazeteleri

HAYATIMIZDAKİ HAREMLER

(Ressam Maryam Salahi’nin resim sergisine yazılan katalog yazısı)

“Hayat, insanın sabahtan akşama kadar düşündüklerinden ibarettir” demiş Emerson. Maryam Salahi de sabahtan akşama kadar resim düşünüyor ve yapıyor.

Çünkü hayatı bu.

Meryem’i tanıyalı uzun bir süre olmadı. Nişantaşı’ndaki bir galeride açtığı “Kimlikler Lütfen” adlı solo sergiyi görmek için gittiğimde 2016 ve 2017 yıllarında yaptığı resimleri sergiliyordu. Duvarlara asılmış kadın portreleri başka dünyalardan fırlayıp gelmiş gibiydi. 1982 Tebriz doğumlu bir ressamla karşı karşıyaydım. Tanıştık ve arkadaş olduk. Birkaç kez atölyesine gittim ve onun yeni sergisi için bir şeyler yazmayı sevinerek kabul ettim.

Salahi’nin resmi soyutun özgürleştirici alanında geziniyor. Bazı figürler kendini apaçık gösterirken bazıları onların arkasında gizleniyor. Bunu yapmaya o anda yani resmi yaparken karar veriyor. Resimlerinde sadece boya değil, kumaş, tül, kağıt gibi destekleyici malzemeler kullanıyor. Toplumsal cinsiyet, kadınlar, din ve aidiyet kavramları onun resimlerinin öne çıkan görüntüleri.  Haram in Harem’de de bunları görüyoruz.

Harem Arapça’daki “haram” sözcüğünden geliyor. Yani yasak edilmiş, yasaklanmış.

Doğuya ait bir terim olan harem, devleti temsil eden gücün (yahut sultanın) saraydaki  özel alanını işaret ettiği gibi, erkek egemen bir toplumun güçsüzlüğünü ve kadınların bu toplumdaki edilgen konumunu anlatıyor.

Maryam Salahi bu sergiye Haram in Harem adını koyarak, kadının kendi kendine yarattığı çelişkileri, kendi içinde yarattığı  rekabeti anlatıyor.

Salahi sergisindeki bazı resimleri 40’lı yaşlarını süren arkadaşlarından etkilenerek hazırlamış. İçsel hesaplaşmalarını hesaba katarak yeni resimler yapmış. İran-Irak savaşında mağdur olan kadınlarla başlayan resim serüvenini sürdürürken kadına dair gizleri ve kimlikleri dışa vurmaya çalışmış ve bunu başarmış. Salahi, topluma ve kadına karşı eleştirel bir söylem geliştirmiyor. Hatta ilk kez pozitif resimler yaptığını söylüyor.

Resmettiği kadınları, anneleri, annelerini taklit eden kızları, kedi-köpek figürlerini ve daha birçok şeyi İran’a uzanan geçmişinden ve kuşkusuz günümüzden beslenerek çizmiş.

Ben beynimizde yarattığımız haremden söz ediyorum” diyor Salahi.

Salahi’nin kafasındaki haremin eski zamanlardaki haremle ilgisi yok. Kendi hesaplaşmasını resmediyor daha çok. Bireysel olmayan bir dünyayı resmediyor. Kadının toplumdaki yerini ve hayata bakışını resmediyor. Bunları yaparken başka kadınlardan, erkeklerden ve hayattan ilham alıyor.

Kendi resimlerini çoğulcu ve soyut olarak tanımlıyor Maryam Salahi. Resimlerini herhangi bir resim akımına ya da disipline sokmaya hiç niyeti yok. Onun resimleri sadece kendisine ait ve kendisi gibi. Çoğulcu, kadınsal ve daima bir şeyler anlatıyor.

“Göz dinliyor” demiş Claudel. Maryam’ın eli ise sesleniyor.

Kulak verin.

KİTAPLARDAN KURTULMAMIZ MÜMKÜN MÜ ?

(Hestia Sohbetleri’nde yapılan konuşma. 13 Kasım 2018 – Cihangir)

  • Antikçağ’da çok çeşitli malzemeler üzerine yazı yazıldığı bilinmektedir. Bunlar ağaç kabukları, yapraklar, kil tablet, keramik vazo parçaları, topraktan yapılmış kaplar, taşlar, çeşitli madenler, hayvan kemikleri ve
  • Papirüs bitkisinden üretilen bir tür kâğıt olan papirüs, Antikçağda kullanılan en önemli yazı malzemesidir. İlk defa Eski Mısır’da M.Ö. 3300 yılında kullanılmaya başlayan papirüs zamanla diğer Akdeniz ülkelerine yayılmıştır.
  • Papirüs bitkisi Nil delta ve vadisinde bolca yetişen bir bitkidir. Eski Mısırlılar, papirüs bitkisinin saplarından kâğıt elde ederek yazı dünyası için bir devrim gerçekleştirmiştir. Papirüs kitap, genellikle rulo biçimliydi. Yazılar papirüs kâğıt üzerine sütunlar halinde yazılıyordu. Papirüs rulosu biçimli kitap, dönemin temel bilgi kaynağı olmuş ve önemini uzun yıllar korumuştur.
  • Nil vadisinde papirüs kâğıdının temel yazı malzemesi olarak kullanıldığı sıralarda Çin’de kitap sanatının gelişimi başlamıştır. Bu çerçevede Çin’de ortaya çıkan kitap biçimleri ağaç kitaplar ve ipek kitaplardır. Çin’de edebiyatın gelişmesine paralel olarak ağaç plakalar yetersiz kalınca yazı malzemesi olarak ipek öne çıktı. İpek üzerine yazı yazmak için zengin olmak gerekiyordu.
  • Günümüzdeki kitabın en eski dayanaklarından birisi de kildir. Kil, ilk olarak M.Ö. 3. yüzyılda kullanılmıştır. Yumuşak ve nemli olan kil tabletler üzerine harfler çizilmek suretiyle yazı yazılıyordu. Bu nedenle Asurlular ve Sümerler’in yazısı çiviyi andırmaktadır. Tabletler, üzerlerine yazı yazıldıktan sonra sertleşmeleri için pişiriliyordu. Günümüzde, o zamanlardan kalma kil tabletler mevcuttur.
  • Eski Yunan’da kitap başlarda papirüs rulosu olarak şekillenmiştir. Ancak parşömenin yazı amaçlı kullanılmaya başlamasıyla zamanla parşömen kitap ortaya çıkmıştır.
  • Hayvan derilerinin uygulanan özel bir işlemle elde edilen bir yazı malzemesi olan parşömen, M. Ö. III. binden başlayarak M.S VII. yüzyıllara kadar kullanılmıştır. Parşömenin yaygınlaşmasında ve tercih edilmesinde papirüse göre birçok avantaja sahip olması etkili olmuştur. Papirüs yalnızca Mısır’da elde edilebiliyorken, parşömen hayvan bulunan herhangi bir yerde üretilebilirdi. Papirüse göre dayanma süresi daha uzundu.
  • Roma İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde kitap yapımında parşömenden yararlanma yönteminde bazı gelişmeler yaşanmıştır. Bunun sonucu olarak parşömenden tablette kullanılan biçimde kitap üretimi gerçekleştirilmiştir. Bu yeni biçime “kodeks” adı verilmiştir.
  • Latince “Caudex(ağaç kütüğü)” kelimesinden dile geçen Kodeks (Codex), papirüs ve parşömen gibi el yazı içerikli tabakalardan oluşan günümüzdeki kitap, dergi ve benzerlerinin eski biçimidir. Kodeks genellikle üst üste yığılmış levhaların akerdeon şeklinde biraraya getirilmesiyle oluşurken, kaydırılarak da kullanılmaktadır. Özetle Kodeks; sadece papirüs ve parşömenden oluşan uzunca bir kağıdın kimi zaman katlanarak -rulo- kimi zaman akordeon gibi birleştirilerek kitaplaştırılmasıdır.
  • Matbaanın bulunduğu 1450 yılına kadar kitaplar el yazması biçimindeydi. Kitaplar insan eliyle yazılıyor ve çoğaltılmaları tek tek yapılabiliyordu. Batı’da el yazması kitapların çoğu kodeks şeklinde olmasına rağmen rulo biçimli kitaplar da mevcuttu. Kitap konusunda Yunanlıların etkisinde kalan Romalılarda kitap çoğaltma işlerini özel yetişmiş köleler yürütmekteydi. Zamanla kitap yazımı, daha çok kilise görevi olarak görülmeye başlanmıştır. Genel olarak kitap çoğaltma işi manastırların “scriptorium” adı verilen yazı atölyelerinde yapılmıştır. Kilisenin el yazması kitap sanatı üzerine etkisi bütün Ortaçağ boyunca devam etmiştir. Avrupa’da manastırlar ulusun ilk yazılarının arşivlendiği kurumlardır ve Latince olsalar da okur yazarlığı ve kütüphane bilincini geliştirmişlerdir. Ortaçağ’da en önemli kitap İncil idi. Ama Avrupa nüfusunun yüzde 80’i okuma yazma bilmediği için İncil’in okunması ve anlaşılması kilisenin tekelindeydi. Avrupa’da Latincenin etsinin zamanla azalması zihinsel anlamda kilisenin etkisini azaltmış ve dünyevi anlamda laikleşmeye yardımcı olmuştur.
  • Yüzyıllardan beri bilinen baskı makinesi Gutenberg’den önce, üzüm sıkma, kâğıt parlatma ve kumaşlar üzerine baskı yapmak için de kullanılıyordu. 15. yüzyıl başında, ahşap kalıplı harfler, İncil’den sahneler ve aziz resimleri ile birlikte basılmıştır. Ancak bu baskılar, kâğıdın arka yüzünün tahtaya sürtülmesiyle elde edilmişti. Gutenberg ise değişebilen harflerle baskı yöntemini (tipografi) geliştirmiş, baskıyı mekanikleştirmiş ve kâğıdın önemini anlayarak basımda kâğıdı kullanmıştır. Böylelikle basılı kitap ve çağdaş basımcılığın temelleri atılmıştır.
  • Gutenberg’in matbaasıyla kitapların hızlı biçimde ve çok kopya olarak basılması olanaklı hale gelmiş, basımcılık gelişmiş ve kısa sürede Avrupa’da birçok matbaa kurulmuştur. 1500 yılına kadar geçen yaklaşık 50 yıllık sürede Avrupa’da 300 kentte faaliyet gösteren 1700’den fazla matbaa bulunduğu belirtilmektedir. Matbaanın icadından önce bütün dünyada toplam 30.000 kadar kitap (el yazması) olduğu tahmin edilmektedir. Bunlar da, manastır ve kiliselerde, özel koleksiyonlarda ulaşılması zor bir durumda bulunuyordu.
  • Matbaanın icadından 31 Aralık 1500 yılı gecesine dek basılan tüm kitaplara “incunabula” denir. Latince incunabula, basılı kitap tarihinin beşiğini temsil eder. Başka bir deyişle 15’inci yüzyılda basılmış tüm kitapların ortak adıdır. Bilinen ilk incunabula Gutenberg’in kendi matbaasında bastığı “Kitabı Mukaddes”tir. Toplam 1282 sayfa olan kitap iki ciltten oluşur ve her sayfada 42 satırlık iki sütun bulunur. Kitabın önemli bir kusuru vardır; basıldığı tarih belirtilmemiştir. Ama bilim adamlarına göre matbaada basılan bu ilk kitabın 1452 ile 1455 yılları arasındaki bir tarihte tezgahtan indiği kesine yakındır. Bu tarihin, İstanbul’un Türkler tarafından alındığı 1453’e çok yakın bir tarih olduğunu hatırlatmak isterim.
  • Konstantinopolis İmparatorluk Kütüphanesi,  antik dünyanın büyük kütüphanelerinin sonuncusuydu. Büyük İskenderiye Kütüphanesi‘nin ve diğer eski kütüphanelerin yıkılmasından çok sonra, yaklaşık 1000 yıl boyunca antik Yunan ve Roma bilgisini korudu. 1204’teki Dördüncü Haçlı Seferi‘nin baskınları da dahil olmak üzere, yıllar boyunca meydana gelen bir dizi yangın ve savaş zamanlarında meydana gelen hasar, binanın kendisini ve içeriğini etkiledi. Kütüphane, 29 Mayıs 1453’te Konstantinopolis’in Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmesine kadar büyük ölçüde devam etmiştir, sonra kütüphanenin önemli ölçüde hayatta kalan içeriği yok olmuş veya kaybolmuştur.  Bugün bilinen Yunan klasiklerinin çoğunluğu, Konstantinopolis İmparatorluk Kütüphanesi’nden gelen Bizans kopyaları ile bilinir. İstanbul’un fethiyle yeni bir çağ açıldığı müjdelenir. Oysa tarihin gelişim sürecine baktığımızda görüyoruz ki yeni çağları açmak kılıçla değil kalemle yani bilgiyle mümkün olmuştur. Padişah İkinci Mehmed’in (Fatih) orduları Bizans’ın kapılarından içeri girerken, daha uzaklarda, Avrupa’nın kalbinde ilk kitap basılıyordu ve Gutenberg’in makinesinden çıkan sayfalar, tüm dünyayı kökten değiştirecek asıl ve gerçek değişimin habercisiydi. Incunabula denen basılı kitap tarihi, medeniyetin beşiğini ve bilginin kökenini tümden değiştiriyordu. Tekel kırılıyor, çoğalan ve ucuzlayan kitaplar sayesinde bilgiye ulaşmak kolaylaşıyordu. Nitekim 16 ve 17’inci yüzyılda yayımlanmaya başlanan ve adına “Ansiklopedi” denen hazineler bunun kanıtıydı.  Konuların alfabetik bir sıraya dizildiği ilk ansiklopedi “Dictionnaire Universel” adıyla 1690 yılında Paris’te yayınlandı. Bugün ise Türkiye’de VİKİPEDİ hala yasaklıdır.
  • Matbaanın icadı kütüphaneleri de olumlu etkilemiştir. Basımcılığın gelişmesiyle, kütüphanelerin önemi ve büyüklüğü artmıştır. Kütüphaneler, kısa zamanda, el yazması dönemin en büyük kitap koleksiyonlarında bulunan kaynaklardan daha fazla sayıda kaynağa sahip olmuşlardır. Nitekim 1600 yılında 10.000 cilt kadar kitabı olan Viyana’daki imparatorluk kütüphanesi’nin kitap sayısı 1680 yılında 80.000’e çıkmıştır. 2011 yılında Berlin Kraliyet Kütüphanesi’nde 80.000 kitap bulunduğu bilinmektedir..
  • Saraybosna Kütüphanesi’nin 1993’te yakılması. İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması. 1499’da Granada’da Başpiskopos’un emriyle tüm İslam ve Yahudi kitaplarının ateşe atılması. 1562’de Maya kültürünü anlatan tüm kitapların Yucatan’da başka bir din adamının emriyle yok edilmesi. Nazilerin 1933’te Berlin’de 25 bin “Alman olmayan” kitabın meydanda yakılması. Taliban’ın Afganistan’da yaktığı kitaplar… Bağdat Müzesi’nin 2003 yılındaki yağmalanması geçmişten önemli kitap yakma ve kültür yok etme örnekleridir.
  • Yazar Füruzan 12 Mart’tan sonra gözaltına alınan yazarlarımızdandır. Evine polis baskın yaptığında onunla birlikte kitapları da gözaltına alınmıştır. İlginç bir anısı var bununla ilgili. Polisin el koyduğu kitaplardan biri Agatha Christie’nin “Cinayet Emri” romanı. “Onu neden alıyorsunuz, o bir polisiye romanı” demiş. Polis de ona “daha iyi ya işte” yanıtını vermiş. Füruzan bunu anlatırken şöyle diyor: “benim konuştuğum Türkçe ile devletin polisinin anladığı Türkçe bile aynı değildi.”
  • SSCB’de devletin yasak ettiği kitaplar gizlice basılır ve evden eve dağıtılırdı. Bu kitaplara “samizdat” denirdi.
  • Çanakkale Savaşları’nın ayrıntılarını en iyi öğrendiğimiz yazılı belgeler ANZAC askerlerinin tuttuğu notlar ve yazdığı mektuplardır. Türk askerlerinin büyük çoğunluğu (subaylar hariç) cahildirler. Okuma yazmaları yoktur. Avustralyalı, Yeni Zelandalı veya İngiliz askerler ise iyi şekilde okuma yazma biliyordu. Mektuplarında sadece aileye selam söylemekle kalmıyorlar, bulundukları durumu betimleyen hatta tahlil eden yazılar yazıyorlardı.
  • İstanbul’a çeşitli zamanlarda gelen yabancı gezginlerin notları ve kitapları çok önemlidir. Fausto Zonaro tüm İstanbul yıllarını anı olarak yayımlamıştır. İngiliz sefirinin eşi Lady Montague başından geçenleri yazmıştır. Venedik temsilcisi yazmıştır. Daha pek çokları. İstanbul’a çok sayıda yabancı yazar gelmiştir. Osmanlı döneminden yakın zamana kadar. Hiçbirinin İstanbul’da izini göremezsiniz. Tek bir örnek vereyim: Masallarıyla tanıdığımız Andersen 19.yüzyılda gelmiştir. İstanbul’u gezmiştir ve çok sevmiştir. Güzel anılarla ayrılmıştır ve yazmıştır bunları. Hayatında hiç gitmediği New York’ta heykeli vardır Andersen’in. İstanbul’da ise hiçbir şeyi yoktur.
  • İngiliz yazar Dr.Samuel Johnson’ın kaleme aldığı “İngiliz Dili Sözlüğü” 1755’te yayımlanmıştır. Shekaspeare’in ölümünden (1616) 139 yıl sonra.
  • UNESCO 1972 yılını “kitap yılı” ilan etmiş. Tüm dünyada kitapla ilgili, klasiklerle ilgili araştırmalar yayımlanmaya başlanmış. Yazarlarla röportajlar, kütüphane sayısı, yılda yayımlanan kitap sayısı, okuma alışkanlığı gibi. Türkiye’de Milliyet Sanat Dergisi siyasi parti liderlerine ne okuduklarını sormuş:

Bülent Ecevit: Atilla İlhan “Ben Sana Mecburum” ve Gülten Akın’ın “Ökkeş’in Destanı”

Turhan Feyzioğlu: “Soljenitsin “Kanser Koğuşu” ve Stendhal “Kırmızı ve Siyah”

Mustafa Timisi: “Doğan Avcıoğlu “Türkiye’nin Düzeni”, Fakir Baykurt’un “Tırpan” ve İsmail Cem’in “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”

Süleyman Demirel: Paul Bairoch’un “Üçüncü Dünya Çıkmazı” ve Jean Jacques Servan’ın “Reforma Çağrı” kitapları.

  • Dr. Umberto Eco’ya göre kitabın yerini alacak hiçbir şey yok ve bundan sonra icat edilmesi de mümkün değil. Tıpkı kaşık, çekiç, tekerlek veya makas gibi bir kez bulunduktan sonra daha iyisi yapılamaz. Yazı yazmak elin biyolojik bir uzantısı gibidir; okuma eyleminin gözün devamı olması gibi. Modern icatlarımız olan radyo, TV, sinema ve internet ise vücudumuzun biyolojik bir uzantısı değildir ve hiçbir zaman da olmayacak. Ayrıca okumayı ve yazmayı bilmiyorsak ne bilgisayar kullanabiliriz ne de internete girebiliriz. Kalıcı veri depolama aygıtı olarak da kitaplardan daha güvenilir başka bir şey icat edilmiş değil. Beş yüz yıl önce basılmış bir kitabı bugün okuyabiliriz ama 10 yıl önce kaydedilmiş bir CD-ROM’un içindekilere ulaşmak oldukça zordur.
  • Kütüphaneler Kapanacak mı ?
  • Günümüzde kitap nasıl ve nereden okunuyor ?
  • Teknoloji kitaba meydan mı okuyor ?
  • Basılı dergi ve gazete kalacak mı ?
  • Ekranlı ürünler hayatımızı mı kaplayacak ?
  • Bilgisayarı ilk kullandığınız günü hatırlıyor musunuz ? Cep telefonunu elinize ilk aldığınız anı anımsıyor musunuz ?
  • “Bilgi Toplumu” sözünü hep duyarız. Peki Türkiye bilgi toplumu mudur ? Kesinlikle hayır ! Türkiye, güncel olayların gelir geçerliğiyle yaşayan, dışarıdan sunulan haberlerle enforme edilen bir topluluktur. Bir malumatfuruşluk vardır bizde. Haberdar olmaktan ibaret olan bir insanlar toplumu burası. Bilgi toplumu, bilgi üreten toplumdur. Herkesin baktığı yerden bakmak insanları bilgiye götürmez. Böyle toplumlarda kanaatler bilgi yerine kullanılır. Eksiği gediği çok ama burcu yüksek kalelere hapsedilmiş ve aynı kumaştan kesilmiş insanlarla karşılaşıyor olmamız bundandır.

İnternet mi kitap mı sorusuyla karşılaşıyorum. Belirli bir seviyeye ulaşmış eğitimli ebeveynler bu soruyu sormuyorlar. Bence asıl soru tamamen farklı. İnternet kitapların yerini alacak nitelikte değil, destekleyici ve daha fazla okumak için teşvik edici bir rol üstlenebilir. Kitap hala bilginin aktarımı ve ulaşımı için temel araçtır. İnternet harikulade bir bilgi repertuarı sunar ama hangi bilginin verimli, hangi bilginin temel ihtiyaç olduğunu bize öğreten kitaplardır. İnternet her konuda temel bilgiyi sağlasa bile bilgiyi nasıl arayacağını, nasıl filtre edeciğini, seçeceğini hatta reddedeceğini öğretemez. İyi hafızaya sahip herkes yeni bilgileri aklına depolayabilir. Ama hangi bilginin rasyonel olduğunu ancak kendi aklıyla bulacaktır. İnternet bunu da sağlamaz.

  • Klasikleri neden okumalıyız ? şunu sorabilirsiniz kendinize: Savaş ve Barış romanından ne öğrenebilirim ? Kemal Tahir okusak ne olacak ? Suç ve Ceza, Kırmızı ve Siyah, İnce Memed bize bu dönemde ne öğretebilir ki ? Bu sorular modernlikle kuşatılmış zihnimizin bize sordurduğu sorulardır. 19.yüzyılda yaşayan bir insan Dostoyevski’yi hangi nedenle okuyorsa biz de aynı nedenle okuruz. Değişen tek şey metne yaklaşımımız ve olaylyarı kavrayış biçimimizdir. Tek başına bu bile klasikleri okumamızın nedeni sayılabilir.
  • Başka nedenleri de var mıdır kitap okumamızın ? Evet vardır. Klasikler ve hemen tüm romanlar, denemeler ve şiir kitapları ‘insan odaklı’dır. Gözünü insanın içsel yolculuğuna çevirir. Okudukça insanları ve hayatı daha iyi tanırız. Okuyan insanların daha olgun ve olaylar karşısında daha serinkanlı olması bundandır. Başkalarının acısına karşı empati duyma özelliğimizi artırır. Bizi adeta tedavi eder. Son zamanlarda duyduğumuz “Bibliyoterapi” yani kitaplarla tedavi işte budur.
  • Kitaplar duygusal zekamızı da geliştirir. İyi bir kitap okumak, nörolojik bir bakışla insan beynindeki bağlantıları güçlendiren bir etki yaratıyor. Sözcük dağarcığınız kesinlikle gelişiyor. Dilinizi daha zengin sözcüklerle konuşuyorsunuz. Sözler ve sözcükler üzerine düşünelim lütfen: Hem kel hem fodul deriz. Fodul nedir ? / Alet-Edevat deriz. Edevat nedir ? / Temcit Pilavı deriz. Temcit nedir ? / Hafakanlar bastı deriz. Hafkan nedir ? / Evi barkı terk etti deriz. Bark nedir ? / Ceremesini çekti deriz. Cereme nedir ? / Esamesi okunmuyor deriz. Esame nedir ?
  • Kitap okumak hafızamızı, belleğimizi de geliştirir. Diri tutar. Bir roman okurken farklı karakterler hakkında birçok şeyi aklımızda tutmamız gerekir. Kim kimdir ? Ne yapmıştır? Olaylarla ilgisi nedir ?
  • Analiz yeteneğimiz de gelişir kitap okurken. Yazarın ortaya koyduğu görüş açısı bizi farklı açılardan düşünmeyi öğretir. Bir polisiye okurken katili bulabilmek için analiz yapma yeteneğimiz gelişir.
  • Farklı dünyalara kitaplarla erişebiliriz. Moby Dick’i okurken okyanuslara açılırız, Jack London’ı okurken başka dünyalara seyahat ederiz, Steinbeck bizi Amerika’nın kırsal bölgelerindeki işçilere götürürken, Tolstoy bizi Rusya’nın steplerine yahut Saint Petersburg’un imparatorluk sarayına götürür. O dönemin insanları ne yer, ne içer, nasıl seyahat eder tüm bunları bir tarih kitabının bize öğrettiklerinden daha iyi öğreniriz.
  • Yakın zamanda ABD’de yapılan ve 4 milyon kişinin katıldığı bir ankete göre Amerikan halkının en sevdiği kitap Harper Lee’nin “Bülbülü Öldürmek” romanı. Oylamada yüzden fazla kitap varmış listeye alınan. 1961 yılında Pulitzer ödülü kazanmıştır. 50’ye yakın dile çevrilmiş bir romandır. Türkiye’de SEL yayınları tarafından yayınlanıyor.
  • Bilim Kurgu kitaplarını, Fantezi Edebiyatı’nı da unutmamak gerekiyor.

Teşekkür ederim.

MARDİN KONULU KONFERANS:

MARDİN SİNEMA DERNEĞİ……..21 EKİM 2018

Hepiniz hoş geldiniz. Mardin gibi bir şehirde size birkaç dilde hoş geldiniz demek gerekir sanırım. Merhaba, shlomo ahleyxu (Süryanice), selamünaleyküm, rojbaş, pari yegak (ermenice)…

MARDİN’in asıl kurulduğu yerdeyiz. Yeni şehir bana Mardin gibi gelmiyor doğrusunu isterseniz. Burası birbiri üzerine yaslanan sarı taş binalarıyla Mezopotamya Ovası’nı gören geniş ufuklu bir kent. İnsanlarının da geniş ufuklu ve zor zamanlarında birbirlerine yaslanmalarını bekleriz.

Şehri çevreleyen geniş ovalar, Diyarbakır yolu ve Suriye sınırı görülebiliyor. Yaklaşık 1.200 metre yüksekliğindeki bir tepenin üstünde yer alır Mardin Kalesi. Bu bölgede Asurlular, Medler, Babil Krallıkları, Persler, Urfa Krallığı, Roma İmparatorluğu ve ardından Bizans hüküm sürdü. 12’inci yüzyılın başından itibaren Türk-İslam Devletleri önce Artukoğulları, Akkoyunlular.. Osmanlı hakimiyeti 16’ıncı yüzyılın ilk çeyreğinde başlar.

Mezopotamya yerleşik tarımın ilk başladığı yerdir. Böyle olunca Mardin’i de içine alan Tur Abdin bölgesinde irili-ufaklı çok sayıda halk yaşamıştır. Bu halkların bazıları devletsiz halklardır. Süryaniler, Mıhallemiler, Domlar, Kürtler, Keldaniler, Nasturiler gibi. Domlar Çingenelerdir. Ortadoğuya göç edenlere Karaçi, Anadolu’da kalanlara Roman denir. Buralarda “mıtırp” denebilir, çalgıcı anlamında.

Mıhallemiler milattan önceki dönemlerden bu yana bu topraklardadır. Domlar gibi kendilerine ait bir dilleri ve isimleri vardır. Cumhuriyetin kuruluşuna dek bölgede aktif olan bir Mıhallemi Emirliği vardır. Bu emirliğin bilinen merkezi Habsınas köyüdür. (Bugünkü adı: Mercimekli). Mıhallemiler farklı dinlere mensuptur ama çoğunluğu Müslümandır. Yüzde 5’i Ezidi inancına sahiptir. Yüzde 10’u Hıristiyandır. Akad, Babil ve Asur kültürünü günümüze kadar ulaştıran önemli bir kavimdir Mıhallemiler ve koruma altına alınmalılar.

Batman, Şırnak ve Mardin’in büyük bölümünü içine alan Tur Abdin bölgesi Süryani halkın da yaşadığı bir coğrafi alandır. Süryanilerin yerleşimleri MS 400’e kadar uzanır. 1842 yılı sayılarına göre 13 bin Süryani aile vardı. 1345 Katolik Süryani vardı. Süryanilerin bölgedeki nüfusu 1890’da başlayan ve 1915’te doruğa ulaşan katliamlar nedeniyle iyice azalmıştır. Süryaniler bu katliamlara “SEYFO” adını verirler yani kılıçtan geçirme.

Mardin’de ilk Protestan okulunu ABD Episkoposluk Kilisesi 1847’de açmıştır. 1850’de Osmanlı Devleti Protestanları millet olarak tanıma kararı almıştır. ABD Kilisesi daha sonra bölgede savaşta öksüz ve yetim kalan çocuklar için yatılı okullar da açmıştır. Mardin Tepesi’nde bir yetimhane vardı mesela. 1.Dünya Savaşı başladığında Mardin’de 12 misyoner vardı. Bunlardan birisi de Dr.Thom idi. Mardin’de 40 yıl yaşamıştır ve 1915 Tehciri sırasında Dr.Thom da sınırdışı edilmiştir. Mardin’de bir Amerikan hastanesi de vardı ve zamanla o da kapandı.

19.yüzyılda Mezopotamya’yı gezen bir İngiliz gezgin Mardin’i anlatırken şöyle yazar: “Burada sokaklar dar ve kirli, yaşayanlar dertli ve perişan görünüyor. Buranın esas ticareti Halep’e yollanan meşe palamududur.”

1889’da Mardin’de doğmuş bir Ermeni olan Kaspo şunları söyler anılarında: “Mardin’de dağ yamacında inşa edilmiş evler tıpkı bir merdivenin basamakları gibi birbirinin üzerinde sıralanmıştır. Burada hava temiz, yazlar sıcak, kışlar ise soğuktur. Toprağında şeftali, armut, kiraz, nar ve üzüm yetişir.”

Doğum tarihi 1883 olan başka bir yazar ise şunları yazar: “Halkın geçimi ticaret ve tarımdır. Önemli meslekler Hıristiyanların elindedir. Halep, Cizre, Erzurum, Diyarbakır ve Nusaybin ile ticaret gelişmiştir.” O tarihlerde şehirde 20 cami, 3 Kuran Okulu, 10 kilise ve 3 manastır vardı.”     

Bugün Mardin Müzesi’ne ev sahipliği yapan bina eskiden Süryani Katolik Patrikhanesi idi. O dönemde FARANJ denirmiş Katoliklere.

Yine o yıllardaki nüfus sayımına göre Mardin halkının yüzde 41’i Hıristiyan, yüzde 58’i Müslümandır.

1915 yılı Mardin’deki Hıristiyanların hayatının tarumar olduğu yıldır. Devletin aldığı tehcir kararı tüm Anadolu’daki Ermenileri etkilediği gibi Mardin’deki Ermenileri, Süryanileri ve gayrimüslimleri evlerinden, yerlerinden-yurtlarından ve canlarından etmiştir. Zorla terk ettirilen evlere Müslüman Mardinliler yerleştirilir. 1917 yılında Mardin’e Türk ve Alman askerleri geldiğinde şehir mültecilerle doludur. O dönemde pazarda hayvan etiyle birlikte insan etinin satıldığı iddia edilir. Yamyamların küçük çocukları kaçırıp yediği anlatılıyor halk arasında.

MARDİN Katolik Ermeni Cemaati’nin en önemli kurbanı Başpiskopos İğnatius Maloyan’dır. 1869 Mardin doğumludur. 1911 yılında doğduğu şehre bölge episkoposu olarak tayin edilmiştir. Olaylar sırasında Mardin’de tutuklandı, işkence gördü ve daha sonra öldürüldü. Olay tam bir Hıristiyan şehadetidir. Öyle ki İgnatius Maloyan 7 Ekim 2001’de Papa İkinci Jean Paul tarafından aziz ilan edilmiştir. Lübnan’da bulunan Ermeni Katolik Patrikhanesi’ne onun heykeli dikilmiştir.

Cumhuriyetin ilanından sonra da ticaretin millileştirilmesi ve nüfusun Türkleştirilmesi çalışmaları devam etmiştir. Din merkezleri, kiliseler, manastırlar kapatılmış veya el konmuş, askeri depo haline getirilmiştir. Örneğin Ermenilerin Aziz Yusuf Katedrali, Süryanilerin Zafaran Manastırı’na 1923 yılında el konmuştur. 12 Mart 1924’te askerler Aziz Efram Manastırı’na el koymuş ve orayı bir süvari karargahına dönüştürmüştür.

22 Nisan 1924’te Ankara’dan Mardin valisine gelen bir telgrafla tüm gayrimüslimlerin şehirden çıkartılması emredilmiştir. Bu ve buna benzer olaylar Hırant DİNK Vakfı tarafından 2012 yılında yani 6 yıl önce Mardin’de düzenlediği “Mardin ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarih Konferansı”nda dile getirildi. Merak edenler ve bu tebliğleri okumak isteyenler tebliğlerin yer aldığı kitabı okuyabilirler. Benim de kaynagım o kitaptır. Yayın tarihi: 2013. Hırant DİNK Vakfı Yayınları. İstanbul.

Bölgeye Almanlar da gelmiş zamanında. Alman Şark Misyonu yönetim kurulu üyesi ve siyasetçi Paul Rohrbach 1901 yılında Mardin’e gelmiş. Mardin 30 bin nüfuslu bir kentmiş o tarihte. Mardin’i anlatır notlarında. Bir fransisken Katolik papazın evinde kalır. Kaldığı evin cephesi mezopotamyaya bakıyordur. Şöyle yazar:

“Misafirhanedeki odam bir deniz gibi uzanan mezopotamya’ya bakıyordu. Ertesi gün kaleden gördüğüm manzara daha da muhteşemdi. Güneş, rüzgar ve bulutlar canhıraş bir kavgaya tutuştular. Sonra bulutların kara gölgeleri, kahverengi, uçsuz-bucaksız ovanın üstünden hızla geçtiler. Sonra uzaklardaki puslu ufka kadar uzanan koskoca bir alan ışığa kesti. Işıl ışıl parlayan büyülü bir ülke, çıplak dağların eteklerinden mutlulukla dolu bir sonsuzluğa doğru genişlermişçesine güneşin altın rengi ışınlarına boğuldu. Şehrin yakınındaki yeni sürülmüş tarlalar toprağın koyu kahve tonunu ortaya çıkarmıştı. Güneyde, doğuda ve batıda, daha ileride ve bozkırda koyu renkli benekler görülüyordu. Bunlar birkaç küçük köyün konumunu gösteren işaretlerdi.”

Kentte Alman ordusu için bazı binalar inşa edilmiş. O binalardan bazıları hala duruyor.

Medeniyetlerin harmanlandığı ama daha çok acıların yaşandığı bu topraklar türlü adetlerin, gelenek ve göreneklerin yaşandığı yerlerdir. Yerel yazarlar bu adetleri yazıyorlar ve unutulmasını önlüyorlar. Bunlardan biri olan Ahmet Çınarbaş şu anda burada. Hoş geldin Ahmet.

Ahmet’in yazdığı kitaplardan birine ben Mardin’e geldiğim günlerden birinde tesadüfen rastladım. Bir sabuncuda oturuyorduk babam Çetin Tüfekçioğlu ile birlikte. Masanın üstündeki kitabı gördüm ve hemen ilgimi çekti. “Mardin’den Altın Sözler” adını taşıyan kitap Mardin deyişlerini ve anlamlarını anlatıyordu. Cemil Çaktır tarafından yazılmış ve Ahmet Çınarbaş tarafından düzenlenmiş bir kitaptır. Mardin yöresindeki atasözlerini, deyimlerini toplamak önemli bir çaba ve bence çok değerliydi.

Bir diğer yerel kitap “Mazide Kalanlar” adını taşıyor ve bu yıl yayınlandı. Bu kitapta da Ahmet unutulmaya yüz tutan Mardin adetlerini ele almış. Bayramlarda neler yapılırdı, bulgur nasıl öğütülürdü, televizyon Mardin’e ilk geldiğinde nasıl izlenirdi, Mardinspor maçlarına nasıl gidilirdi, çarşıya pazara nasıl çıkılırdı gibi.

Burada önemli olan bu adetlerin, bu isimlerin yazılarak kayıtlara geçirilmesi ve tamamen unutlumasının önlenmesi. İşte bu yüzden bu çaba çok önemli.

Bir başka çaba Sinekli Bakkal Murat Basut’unkidir. Bir bakkalın içinde kurduğu kütüphane her türlü övgüyü hak ediyor.

Mardin Kent Müzesi ve onun bağışçıları çok önemli bir iş yapıyor.

Mardin Sinema Derneği bir kültür kurumu olan kentin hafızasını korumaya çabalıyor. O nedenle buranın yöneticilerine başta Mehmet Hadi Baran olmak üzere teşekkürü borç biliyorum.

Mardin deyince adını anmadan geçemeyeceğim bir isim de hiç kuşkusuz Murathan Mungan’dır. Mardin’in köklü ailelerinden biri olan Munganlardan olan (Beyt Mungan) şair ve yazar, çoğu kitabında Mardin’den söz eder. 2015’te yayımlanan “Harita Metod Defteri” kitabında ise tamamen Mardin’den çocukluk ve gençlik anılarına yer verir. Hacı Kermozadelerin çocuğu, Avukat İsmail Mungan’ın oğlu olduğunu, Arkasında Mardin PTT’si, önünde Şehidiye Camii olan avlusunda kuyu olan evde oturduklarını anlatır. Mardin’in yemeklerinden “kiliçe”den söz eder. Gızbara, Ibzor, ımlebbes, keme, metfune, bello, ikbebet gibi tatları anlatır.

Ama tabii ki Murathan Mungan’ın deyişiyle tarih, hoşumuza giden yemek çeşitlerinden tabağımıza keyfimize göre aldığımız bir açık büfe değildir. Tarihten işimize yarayanları, hesabımısa gelenleri, hatırlamak istediklerimizi seçip alamayız. Tarih karşısında tek bir şeye borcumuz vardır: Hakikate. Bugünkü Mardin içinden geçtiği tüm zamanların, içinde yaşayan,şehre emek ve değer katmış tüm halkların, tüm inançların mirasının Mardinidir.

Mardin’in daha çok anlatılması lazım. Yemekleriyle, tarihiyle, şarkılarıyla, kültürüyle ve sanatıyla. Her şeyiyle. Yansız ve tarafsız olarak. Irkçılık, şovenlik yapmadan. Coşarak değil, sakin sakin. Mungan gibi yazarlar, gazeteciler, şairler büyük katkı veriyor bu anlamda. Ben fırsat buldukça yazıyorum, söz ediyorum. Geçmişte radyo ve TV programlarımda her fırsatta Mardin’i anlattım. Gördüğünüz gibi anlatmaya devam ediyorum.  Mardin’e katkı verenler valiler, belediye başkanları, siyasetçiler değildir. Kültür insanlarıdır. Destanlar ve masallardır. Kitaplardır, şiirler ve türkülerdir.

Mardin Bienali bu anlamda büyük katkı sunuyor şehre. Biz de eşimle her bienale geliyoruz, her yıl en az bir kere burada oluyoruz. Bu yıl bu benim üçüncü gelişim.

Tabii bu yıl yayımlanan kitabımı anlatmak da geliş amaçlarımdan biri oldu.

Elimdeki kitap bu sene Ocak ayı sonunda yayımlandı.

Hepinize geldiğiniz için teşekkür ederim.

AVUSTURYA LİSELİLER VAKFI-ALEV OKULLARI İLE YAPILAN SÖYLEŞİ. 2017

Gazeteci-yazar, radyo-tv programcısı Murat Erdin’in “Dünya Hâlâ Büyük Yaşam Hâlâ Kısa’  kitabı kısa bir süre önce okuyucuyla buluştu. Araştırma, deneme ve şiir alanında çok sayıda esere imza atan Erdin ile yeni kitabını ve medyanın durumunu konuştuk.

-Sohbetimize sizi tanıyarak başlayabilir miyiz?

Murat Erdin: 1968 yılında doğdum. İstanbul’un en güzel yıllarını görme fırsatını buldum sanırım. Çocukken yaşadığım kenti bugün tanıyamadığımı görünce üzülüyorum. Okumaya ve yazmaya hep meraklıydım. Yaz tatillerinde abone olduğum dergileri ve elime geçen kitapları yutarcasına okurdum. Milliyet Çocuk Dergisi, Hey Dergisi, çizgi romanlar ve tabii ki klasikler…

Babamın kitaplığımıza aldığı Meydan Larousse ansiklopedilerini rastgele açar okurdum. Sonra Yaşar Kemal, Ömer Seyfettin, Sait Faik ve Kemal Tahir ile tanıştım. Kaderin garip bir cilvesi olsa gerek şu anda oturduğum evin tam karşısındaki mezarlıkta (Sahrayıcedit Mezarlığı) Kemal Tahir yatıyor.

Thomas Mann’ın “Buddenbrook Ailesi’ ve Richard Bach’ın “Martı’ romanı çocukluk hafızamda yer etmiştir. Ayrıca savaşlar tarihini hep ilginç bulup inceledim. Bilgiye olan tutkum sürüyor. Bu nedenle sürekli müze gezerim.-Araştırma, deneme ve şiir alanında birçok eseriniz bulunmakta.  Yeni kitabınız “Dünya Hâlâ Büyük Yaşam Hâlâ Kısa’yı hazırlayış öykünüzü anlatabilir misiniz?

Murat Erdin: Yeni bilgilere ulaştıkça bunları not ederim. Dünya tarihinde adı çok bilinen saygın insanların yanında pek sözü edilmeyen ama evrensel kültüre çok önemli katkılar yapmış yazar ve sanatçıların olduğunu gördüm ve bunların unutulmasını istemedim. Ortaya hacimli bir kitap çıktı. Tarihçi Kitabevi de kitabı yayınlamaya karar verdi. Defterlerimde bulunan tüm isimleri birleştirdim. Kitaptaki bazı isimlere yurtdışı gezilerimde ulaştım. Güzel bir kitap oldu. Hayatın, tüm bilgilere ulaşmak için ne kadar kısa olduğunu fark ettim.
-Kitabınızda yer alan isimlere baktığımızda evrensel kültürün bugünkü noktaya ulaşmasında adı çok bilinen yazar, sanatçı, tarihçi ve siyasetçinin yanında tarih ağacının gölgesinde kalanlar da bulunmakta. Seçiminizde neler etkili oldu?

Murat Erdin: Onların inanılmaz dirayeti ve disiplini beni etkiledi. Aralarında bilim adamı, yazar, sanatçı ve siyasetçiler var. Ama hepsi de bir şeyler yapmak için ellerinden geleni yapmış. Kimisi hayatını adamış. Kitaptaki bazı isimlere gazetecilik yaparken tesadüfen rastladım. Yıllar önce dağarcığıma aldığım bu isimleri de kitabıma ekledim. Gördüm ki bizi bugünlere taşıyan isimler sadece kamuoyunun bildikleri değil. İnsanlık kolektif ama seçkin bir aydınlar topluluğu tarafından bugünkü seviyesine taşınmış. Ve o isimlerin büyük çoğunluğu Batılı aydınlardan veya Batılı disiplinle yetişmiş isimlerden oluşuyor.

-Kitabınızın adından da anladığımız üzere ‘zaman’ kavramını önemsiyorsunuz. Teknoloji çağında dünya hâlâ büyük mü? Neden?

Murat Erdin: Dünya insan için hâlâ büyük. Bir yerden bir yere ulaşmak eskisi kadar zor değil ama bu büyüklüğü fiziksel anlamda değerlendirmemek lazım. Keşfetmek ve öğrenmek için ileriye bakmamız gerekiyor ve bunu yaptıkça daha bilmediğimiz çok şeyin olduğunu görüyoruz. Doğada ve insanda saklı nice şeyler var. Beynimizin nasıl çalıştığını, nasıl hatırlayıp unuttuğumuzu hala bilmiyoruz. Uzayın derinliklerinde ve yıldızlarda neler olduğunu bilmiyoruz. Tüm dünyanın ve kâinatın sırlarını öğrenmeye ömrümüz yetmeyecek.

Zaman kavramı ise bambaşka bir süreç. Biz insanlar bölmüşüz zamanı saat, gün, ay ve yıl diye. Oysa zaman bizim sınırladığımız gibi bir akış değil. Doğum ve ölüm arasındaki anlamlı uğraşlardır zamanı zaman kılan. Dickens, Zweig, Stendhal, Orhan Veli, Cahit Arf, Mihri Hatun ölmüştür ama onlar zamana hükmetmeye devam etmektedir.

-Uzun yıllardır yayın dünyasındasınız.  Özellikle de radyo programlarınızdan tanıyoruz sizi. Genel olarak medyamızın, haberciliğin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Murat Erdin: Gerçek bir medya sektörü yok Türkiye’de. Haberleri kaynağından alıp yayınlamakla haberci olunmuyor. Ben yabancı medyayı da takip ediyorum. Devletten bağımsız bir medya hiçbir yerde yok, ama bizdeki durum bir facia haline geldi. Sorgulamayan, soru sormayan, merak etmeyen insanların çalıştığı bir sektör oldu medya.
Gerçek bir haber programı, tartışma programı yok bu ülkede. Seçimlerden önce bile liderleri ekranda göremez olduk.
Yanıt hakkı diye bir etik değer yok edildi. Farklı düşünen hiç kimse medyada yer alamıyor. Bitti bunlar!

-Önümüzdeki dönem için yeni kitap çalışmalarınız var mı?

Murat Erdin: Evet, var. Her zaman olacak. Okumadan, yazmadan bir hayat geçirmek mümkün değil. Beni hayata bağlıyor ve mutlu ediyor.

-Bu söylediklerinize ek olarak neler belirtmek istersiniz?

Murat Erdin: Yaşasın kitaplar !