(Bu yazı 17 Ocak 2024’te mürekkephaber’de yayımlanmıştır)
Kahramanmaraş merkezli iki büyük depremin üzerinden 1 yıl geçti. Depremin merkezinden kilometrelerce uzak olmasına rağmen en büyük hasarı alan Antakya kenti hala enkazını kaldırmakla meşgul. Sağ kalanlar ölülerini toprağa verdilerse de kendi içlerinde sallanmaya devam ediyorlar.
Şehirde kiminle konuşsak söz dönüyor dolaşıyor depreme geliyor. Deprem her sözcükte yeniden yaşanıyor. Geçmişlerine, ailelerine ve topraklarına derinden bağlı Antakyalılar için yaşanan süreç oldukça zor olsa da metanetleri sayesinde tozun toprağın içinden yeniden yükseliyorlar. Hiç kuşkusuz onların ölümsüz çabasına en büyük desteği Antakyalı şairler, yazarlar, öğretmenler ve sanatçılar veriyor.
“İzlerin Peşinden” adlı şiir kitabını 2021 yılında yayınlayan şair Yonca Yaşar dümdüz olmuş kent merkezinde yürürken, Antakya’nın eski günlerinin izini sürüyor. “Bu yıkıntılara baktığımda sanki evladımı kaybetmiş gibi hissediyorum” diyor. “Her gün ne yapsak diye düşünüyoruz, ne yapsak da eski günlere geri dönebilsek ?” Mümkün mü eski günlere dönmek? Geçmişte onca deprem gören ve her defasında küllerinden yeniden doğan Antakyalılar için mümkün.
Yonca Yaşar ve arkadaşları, Türkiye Yazarlar Sendikası Ankara Temsilcisi, yazar Süreyya Köle’nin de desteğiyle Defne ilçesine bağlı Yeşilpınar köyünde bir kütüphane kurmaya karar vermişler. Köyün muhtarı bu amaçla bir ev tahsis etmiş. Yazar ve şairler aynı köyde kadınlar ve gençler için bir okuma atölyesi açacaklar. Herkese açık ve herkese ücretsiz.
Antakya’da umutları taze tutmak gerekiyor. Antakya Sanat Derneği Başkanı, yazar Edip Yeşil “kendimizi tedavi etmeye çalışırken dernek olarak söyleşiler, etkinlikler düzenliyoruz. Kendi küllerimizden doğmaya gayret ediyoruz. Bunu şiirle, edebiyatla yapacağız. Hayat sadece nefes almaktan ibaret değil” diyor. Sonuna kadar haklı. Dernek sadece il sınırları içindeki etkinliklerle yetinmiyor. Şu sıralar İstanbul’da “Hiçbir Sokağın Adı Yok” adlı bir fotoğraf sergisi açtılar. İFSAK’taki sergi ay sonuna dek görülebilir.
İskenderun’da görev yapan Türk Dili ve Edebiyatı hocası İlhan Yürek’e kulak veriyorum. Deprem nedeniyle Antakya’daki evini ve okulunu kaybeden binlerce çocuk, durumu nispeten daha iyi olan İskenderun’daki okullara gönderilmiş. İlhan hoca çocukların deprem hakkında çok konuşmak istemediğini, içine kapalı bir hayat yaşadıklarını anlatıyor. Hemen hepsi ailesinden birisini, sosyal hayatlarını ve arkadaşlarını kaybetmiş. Deprem öncesindeki hayatlarına geri dönmeleri mümkün değil. “Onları neşelendirmeye çalışıyoruz” diyor hoca. “Gönüllerini hoş tutmak, zihinlerini açmak istiyoruz. Ama pek kolay olmuyor.”
Başka bir mekanda bu kez bir üniversite hocasıyla birlikteyim. Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Muharrem Güneş kente karşı işlenen suçları anımsatıyor. Depreme karşı hassas bir coğrafya olan Antakya’daki her binanın yanlış yere yapıldığını söylüyor. Bu toprakların depreme karşı korunaksız olduğunu bilmek için tarihe bakmak yeterli. Defalarca sarsılan Antakya, her seferinde binlerce insanını kaybetmiş. Bilime kulak asmayan yöneticiler geçmişten ders çıkarmayı bile bilmiyor. Antakyalılar ölmeye devam ediyor.
Profesör Muharrem Güneş’in adı Şiir olan bir kızı var. “Kente baktığımda kızımı görüyorum ve kahroluyorum” diyor. Onun sözleri şair Yonca Yaşar’ın sözleriyle birebir aynı. Çünkü her Antakyalı kenti evladı gibi seviyor ve kahroluyor.
Antakya’da akşamlar soğuk ve karanlık. Hafriyat çalışmalarından kalkan toz her yanı sarmış. Evlerini Defne’nin yüksek kesimine yaptıkları için yıkıcı depremden kurtulan Cengiz ve Leyla Yarım’ın evine konuk oluyoruz. Sohbetimizin konusu yine deprem. Evleri ayakta kaldığı için yüzlerce depremzedeye yurt olmuşlar. Bahçelerinde çok sayıda çocuk bakmışlar. Sofralarını ihtiyaç sahiplerine açmışlar. Onlar da kenti yeniden ayağa kaldırmak için didinip duruyorlar. Onlara bu çabalarında kızları, damatları ve akrabaları destek veriyor. Yemek masamıza “yenidünya” çiçeği konuyor. Antakyalıların umutlarını hala yeşil tutan bir çiçek bu. Yeni umutları simgeliyor. Demlenen çayın içine de yenidünya atıyorlar. Birlikte içip umutlarımızı tazeliyoruz. Kitaplardan söz ediyoruz.
Ertesi gün başka yazarlarla tanışıyoruz. Yaser Bereketoğlu ile buluşup İskenderun’a gidiyoruz. Yazarın “Ugarit’te Sonbahar” adlı romanı Suriye’nin kuzeyinde kurulmuş uygar bir toplumu anlatıyor. Zor zamanlarda edebiyata sarılmak için oturup konuşuyoruz. Geyik Böceği adlı öykü kitabının yazarı Recep Yıldırım ile birlikteyiz. Onun öyküleri kayıp bir kentin duvarlarında yankılanıyor.
Antakya’nın caddeleri artık sessiz. Parklarda çocuklar yok. Esnaf lokantaları eski neşesinde değil. Oysa 1 sene önce her şey yerli yerindeydi. Antakya kendi seslerine sahipti. Ezan sesiyle çan sesleri birbirine karışıyor, çarşılarda pişen yemeklerin kokusu Suriye’ye kadar gidiyordu.
Geleceğe dönük tüm planlarda yeni bir Antakya var. Geçmişte kalan anılarla geleceğin hayalleri sofralarda ve yazılarda buluşuyor. Çocuklar okula bunun için gidiyor, kitaplar bunun için yazılıyor, şiirler bunun için okunuyor.
Bölündükçe sürgün veren gençlik gibi, öldükçe canlanan bir yaşam vaat ediyor Antakya.