ANLAM DÜNYASININ KAŞİFİ

(Bu yazı 8 Nisan 2022’de oggito’da yayımlanmıştır)

Umberto Eco hakkında yazmak ve konuşmak beni heyecanlandırır. Çünkü onun sonsuz merakını örnek alıyorum.

Eco, Ortaçağ’ın bilinmedik kuyularına inecek kadar meraklı bir tarihçi, geleceğin keşfedilmemiş labirentlerinde bir çocuk heyecanıyla kaybolacak kadar fütürist, moderniteyi gelenekle buluşturarak onlardan yeni anlamlar çıkarabilecek kadar güncel bir yazardı. Tüm romanlarında geçmişten geleceğe uzanan köprüler kurdu. Kendisi bizzat o köprülerin mimarı ve gelip-geçeniydi.

İlk romanı Gülün Adı’nı bitirdiğinde 48 yaşındaydı.  Onu dünya çapında tanınan bir şahsiyet haline getiren ve filme çekilen bu roman, bir Ortaçağ katedralinde yaşanan cinayetin araştırılmasından öte, seküler dünyanın skolastik zihniyetle mücadelesini anlatıyordu. Bu mücadele bugün de sürmektedir.

Romanlarını ve denemelerini yazarken şemalar çizer, listeler ve kataloglar hazırlardı. Louvre Müzesi’nde listeler üzerine bir sergi bile açmıştı. “Listeler ve kataloglar sayesinde sonsuzluğa uzanırız” diye düşündüğü için romanları liste ve kataloglarla doludur. Cesaret kırıcı ve incitici bir sınır olarak gördüğü ölümden kaçmanın yollarından biri buydu. 

Çoğu kahramanının resimlerini yapıyor, onların yaşadığı yerlerin haritalarını hazırlardı. Defterlerle dolu kutuları, binlerce kalemi, bloknotları ve küçük not kağıtlarıyla dolu çalışma masasıyla mutlu olurdu. Aklına gelen bir cümleyi kaldığı  otelin antetli kağıdına yazıp cebine koymak sıkça yaptığı bir şeydi. Daima düşünüyor ve yazıyordu.

“Bir kozmik felaketle dünyanın yarın yok olacağını öğrenseniz, yani yazdıklarınızın yarın kimse tarafından okunmayacağını bilseniz yine de yazar mıydınız ” sorusunu her yazar gibi yanıtlamıştı: “Evet.”

Eco’nun Günlük Yaşamdan Sanata kitabı, onun güncel olaylarla ilgili izlenimleriyle doludur. Sahte ve sahici nedir, kitaplar ve kütüphaneler hangi anlamlarla yüklüdür, yazarların iç yaşamı, teknolojinin bizi getirdiği nokta, Ortaçağ ile matbaa çağı arasındaki farklar ve gerçekleşmiş tüm anlatılar, insanı anlama çabasının ürünleridir. Eco, devletlerin insanlar üzerinde kurmaya çalıştığı teknolojik iktidarın bizi nerelere sürükleyebileceğini dikkate değer sözlerle anlatmıştır. 2013 yılında Alman Der Spiegel Dergisi’ne verdiği röportajda başta Google olmak üzere arama motorlarının beynimizi ne hale getirdiğini çarpıcı şekilde anlatır. Budalalıktan Deliliğe kitabında insanlığın sosyal medya ile olan ilişkisini uzun uzun anlatır. Onun internet ve sosyal medya üzerine düşünceleri ayrı bir yazı konusudur.

Umberto Eco’nun konferanslarda yaptığı konuşmalar da kitaplaştırılmıştır. Onlardan biri olan Bitkisel Hafıza ve Bibliyofili Üzerine Yazılar kitabı sanırım Türkçe’de yayımlanmış son kitabıdır.

“Bilgisayarlar sayesinde devasa toplumsal bir hafızaya sahibiz. Ama bilgi bolluğu mutlak cehalete yol açabilir” diyerek günümüzdeki cehaletin nedenlerinden birine işaret etmiştir.

İtalyanca yayınlanan son kitabı olan Devlerin Omuzlarında gerçeği, gerçekliği, güzelliği ve çirkinliği sorgulayan konuşmalarını içerir. “Gerçek olanın sahiciliğiyle kurmacanın gerçekliği yer değiştirebilir” demiştir roman kahramanlarını ve olay örgüsünü anlatırken. Roman kahramanları mı daha gerçektir yoksa onları yaratanlar mı ?  Madam Bovary’nin sahiciliğini kim inkar edebilir ki ?

Kurgu yazarken yalanlara başvurmamak ince bir çizginin iki yanıdır. Dan Brown’ın kaleme aldığı ve dünya çapında çok satar hale gelen Da Vinci’nin Şifresi romanındaki tarihsel yanlışları Eco defalarca yazmıştır. Romanda gizem diye okuyucuya sunulan şeylerin tamamı gerçek dışıdır. Kurgu ile yalan aynı şey değildir.

Eco’nun roman ve denemelerinin yanı sıra akademik birikimini ortaya koyduğu bilimsel kitapları da mevcuttur. Ertelenmiş Kıyamet ve Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı onlardan ikisidir. 

Efsanevi Yerlerin Tarihi kitabında bizi insanlık tarihi boyunca kitaplarda, masallarda, efsanelerde anlatılan ülkelere ve ütopik dünyalara götürür. Onun satırlarında hayatın sonsuzluğa açıldığını ve hiç kapanmadığını fark ederiz. Şöyle demiştir: “Kültür, sonsuzluğu anlaşılır kılmaktır.”

Umberto Eco’nun 50 bin kitaptan oluşan bir kütüphanesi vardı. Bilimsel kitapları ayrı bir odaya koyar, edebiyat kitaplarından oluşan 70 metrelik koridorunda yürümeye bayılırdı. Ölümünden sonra kitaplarının bir kısmı Milano Üniversitesi’ne nadir kitaplardan oluşan paha biçilemez koleksiyonu Bologna Üniversitesi’ne bağışlandı. Seyahatte olmadığı günlerde evinin kütüphanesinde kendi kitaplarından oluşan koridorda yürümeyi ve bunu yaparken düşünmeyi çok severdi.  

Eco İstanbul’un Latin ordusu tarafından işgalini anlattığı Baudolino romanı için 1998 yılında Türkiye’ye geldi ve henüz kentsel dönüşüme girmemiş Beyoğlu’nun arka semtlerinde elinde bastonuyla gezdi. Sonraki yıllarda İstanbul’a birkaç kez daha geldi ama her ziyareti kısa sürdü. Yemeğe ve bilgiye oburca düşkün bir yazar olarak İstanbul’da aradığı her bilgiye ve her yemeğe ulaşabiliyordu.

“İstanbul’a yolculuk, geçmişten günümüze kendine özgü kurallarıyla yazınsal bir tür oluşturur. Belki de bunun nedeni bazı kentlerin kişiyi uzaktan tasvir etme imkânı vermeden birdenbire içine alıvermesi ve bazılarınınsa kendini sakınmadan yaklaştıkça yavaş yavaş ortaya koymasıdır. İstanbul kuşkusuz ikinci tip kentlerden biri” diye yazmıştır.

Ölümünden kısa bir süre önce “Yaşayan 100 Entelektüel” listesine alındı. Yakalandığı hastalıkla daha fazla mücadele edemedi ve 19 Şubat 2016’da hayatını kaybetti. “Kitap okuyarak bir sürü hayat yaşamış olacağız” derdi. Kitaplar sayesinde bir değil binlerce hayat yaşadı. 

İngiliz The Guardian Gazetesi ardından yayımladığı makaleyi şu sözlerle bitirmişti:

“He was explorer of the nature of meaning.”

“O, anlam dünyasının kaşifiydi.”