BOŞLUK

(Bu yazı 7 Mayıs 2021 tarihinde kayıprıhtım.com sitesinde yayınlanmıştır)

Boşluk duygusu içinde yaşamak insanın varoluş savaşının olumsuz halidir. Ne yaptığını biliyor olsa bile ne için yaptığını ve nereye kadar devam edeceğini bilmemektir. Arthur Schopenhauer bu hali biraz daha genişletir ve boşluğun varoluşun tüm biçimlerine yansıyabileceğini söyler.  Ona göre bireyin zaman ve uzaydaki sonluluğuna karşıt olarak sürekli olmaya çalışması ama başaramamasıdır. Zaman ve mekan karşısındaki yenilgisidir.

Boşluğun filozoflar tarafından sıkça düşünülmesinin en önemli nedeni insanın varoluş mücadelesiyle ilgili olmasıdır. Bazıları boşluğu “hiçlik” kavramıyla ile karıştırır ki aynı şey değildir. Geleceğin Felsefesi eserinde Ludwig Feurbach hiçliği, “mutlak bir biçimde kendini aldatmaktır. Hiçliği düşünen hiçbir şey düşünmüyor demektir” diye anlatır. Hiçlik böyleyken  boşluk bir düşünme ve duygu halidir.

Eski çağlarda denizciler okyanuslara yelken açarken bir boşluğa akıyormuş gibi hissederlerdi. Canavarlar ve yaratıklarla dolu Terra Incognita [bilinmeyen topraklar] onlar için hiçlik değil bilinmezlerin dolu olduğu yerlerdi. Yere sağlam basamayacakları bir boşluğun korkutucu hayaliydi akıllarındaki.

Umberto Eco Önceki Günün Adası romanında denizci Roberto’ya yalnız kaldığında şunları düşündürtür: “Dünyanın sınırları ötesinde ne kalacaktı ? Boşluk. Bu boşluk olsa olsa sonsuzluk olabilir, yoksa onun bittiği noktada tekrar yeni ve düşünülmesi olanaksız bir hiçliği düşünmek zorunda kalırız. Öyleyse boşluğu düşünmek ve onu atomlarla kuşatmak daha iyi.”

Denizcilerin açık sularda yaşadıklarını yıllar sonra astronotlar yaşadı. Uzayın sonsuzluğunda sürüklenme korkusu hayatın boşluğunda yok olmak gibiydi.

Ölümü ve hiçliği düşünmek gibidir boşluğu düşünmek.

Tüm filozoflar ve yazarlar hangi boşluktan geçtiğimizi ve nasıl bir boşluğa gittiğimize kafa yormuştur.

Kemal Bilbaşar erken Türk edebiyatında pek görmeye alışık olmadığımız psikolojik eseri Denizin Çağırışı’nda kahramanını bir boşluğun içinde resmeder. Bir Anadolu kasabasında öğretmenlik yapan  kahramanımız İzmir’de yaşayan arkadaşına konuk olmak için trene biner. İzmir’e indiğinde arkadaşı onu almaya gelmemiştir ve kahramanımız kendini bilmediği bir kentin ortasında –boşlukta- hisseder.

Sokakta yatamayacağına göre bir otele gitmek için arabaya biner. Arabacı “nereye gidiyoruz?” diye sorduğunda onu şöyle yanıtlar: “Boşluğa !”

Romanda bir kasaba öğretmeninin ruhsal sorunlarını, çelişkilerini, yanlışlarını okuruz. 1941 yılında İzmir’de tamamlanan bu romanın bir başka özelliği tıpkı Camus’nün Yabancı

 romanında yaptığı gibi hayata karşı derin bir boşvermişliğin yansıtılmasıdır. Kahramanımızın insanlara karşı tuhaf sözleri ve anlaşılmaz davranışları vardır. Kendi  görüntüsüne bile tahammül edemez. Bir hamalın elindeki aynayı taşlayarak kendi yansımasını yani kendi varlığını yok etmeye çalışır. Bu şekilde kendisinden kurtulacağını sanmıştır ama başaramaz.

İşine zamanında dönemez ve işten atılır. Tüm parasını bir hayat kadınının yolunda harcadığı için kaçınılmaz olarak parasız kalır ve en sonunda berduş olup babası gibi intihar etmeyi düşünür.  İntihar edeceği yer, boşluğun ufka kadar uzandığı körfezdir. Zaten babası da denizde boğularak intihar etmemiş midir ? [1]

Adına deniz, uzay veya başka bir şey deyin, boşluk hepimizin içinde ve çevresindedir. Boşluğu fiziksel bir alan olarak kavramak mümkün olduğu gibi bir duygu olarak da yaşayabiliriz. Biri diğerinden kötü yahut biri diğerinden daha normal değildir.

Boşluk yazarların kuyusudur.


[1] Kemal Bilbaşar “Denizin Çağırışı” Can Yayınları. 4.Baskı. Aralık 2020. İstanbul.