DERYANIN YALNIZ IŞIKLARI: DENİZ FENERLERİ

(Bu yazı Magma Dergisi’nin Nisan 2018 sayısında yayımlanmıştır)

Açık denizlerde yol bulmak için gemiciler yüzyıllar boyu güneşten, yıldızlardan, kuşlardan ve haritalardan yararlandılar. Bilmedikleri sığ sularda ve korkunç gecelerin karanlığında onlara deniz fenerleri yol gösterdi.

Türkiye’nin Fenerleri

Türkiye 8 bin 333 kilometre uzunluğundaki kıyılarıyla Akdeniz’e, Ege’ye, Marmara’ya ve Karadeniz’e açılan büyük bir su ülkesi.

Böyle büyük bir deniz coğrafyasında 459 deniz feneri denizcilere yol gösteriyor. En batıda Gökçeada Deniz Feneri Egeli gemicilere göz kırparken, en doğuda Hopa Sarp Feneri, en kuzeyde Sinop İnceburun Feneri, en güneyde ise Mersin Anamur Feneri 24 saat görev başında.

Denizden yüksekliği en fazla olan deniz feneri 209 metre ile Alanya Feneri. En uzun fener ise Rumeli-Türkeli Feneri. Boyu tam 30 metreyi buluyor.

Türkiye’nin en büyük deniz feneri ise Karadenizli denizcileri selamlayan Şile Feneri’dir.

Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre Türkiye kıyılarına ilk kez fener konulması 1856 yılına rastlıyor. O tarihte Osmanlı Devleti ile Fransa arasında yapılan anlaşmayla fener hizmetleri “Fenerler İdare-i Umumiyesi Müdürlüğü” adıyla kurulan işletmeye verilmiş ve daha sonra 3302 sayılı kanunla bu kurum devlet tarafından satın alınarak 1938 yılında o zaman bir devlet bankası olan Denizbank´a bağlanmış.

1944 yılından itibaren Devlet Denizyolları ve Limanlar Umum Müdürlüğü kurulmuş ve tüm denizcilik hizmetleri bu teşkilata bağlanmış.

Bakanlar Kurulu’nun 1997 yılında aldığı başka bir kararla tüm seyir yardımcılarının, kurtarma yardım ve tahlisiye hizmetlerinin tek çatı altında toplanmasına karar verilmiş ve fenerler dahil tüm bu hizmetler Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı hale getirilmiş.

Dünyanın Fenerleri

Bilinen ilk deniz fenerleri, denizciler için kıyılarda ve liman boylarında yakılan odun kuleleriydi. Çatırdayarak yanan bu ateşten kuleler, gemiler için çok tehlikeli olan sığ suları ve geceleri bir katil gibi suyun içinde saklanan kayalıkları işaret ederdi.

Denizci uluslar olarak tarihe geçen Fenikeliler, Mısırlılar ve Romalılar deniz ticaret yollarını daha güvenli hale getirmek için sadece korsanlarla değil çetin deniz koşullarıyla da mücadele ediyordu. MÖ 297 yılında İskenderiye limanı açıklarındaki Pharos Adası açıklarına dikilen Pharos Feneri dünyanın bilinen ilk deniz feneriydi ve Roma parasının arka yüzüne resmi konacak kadar değerli bir görevi vardı. O dönemin en yüksek yapısı kabul edilen Pharos Feneri’nin ışığı 35 deniz mili öteden görülebiliyordu. MS 956 yılındaki büyük depremde büyük hasar gören ama yine de ayakta kalmayı başaran fener, 1302’deki başka bir depremde tamamen yıkıldı. Ama o günden beri deniz fenerleri onun ismiyle anılır oldu. Yunancada Pharos “deniz feneri” demektir.

Dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen Rodos Feneri ise 117 metre yüksekliğiyle neredeyse 40 katlı bir bina boyundaydı. Fenerin ilk yapılışında en tepe noktasında Tanrı Poseidon’un bir heykeli vardı. Ancak günümüze ulaşamadı.

Denizcilere yol göstermek için yakılan dev odun yığınları açık denizden görülebiliyor ve önemli bir iş görüyordu. Gelgelelim bu yüksek boylu ateşler sert rüzgarlara uzun süre dayanamıyordu. Üstelik bir nöbetçinin ateşin başında bekleyip yeni odunlarla ateşi beslemesi şarttı. Zamanla içinde dev mangalların bulunduğu taştan kuleler yapılmaya başlandı. Bunlar kuşkusuz daha pahalı ama ateşin uzun süreli ve işe yarar olması için daha yararlıydı.

18’inci yüzyıl itibarıyla deniz fenerlerini mühendisler inşa etmeye başladı. Yeni teknikler geliştiren mühendisler, denizcilerin de görüşlerini alarak fenerlerin içine aynalar ve reflektörler yerleştirmeye başladı. İlk parabolik reflektör bir tersane ustası olan William Hutchinson tarafından 1777’de tasarlandı. Reflektörün döndükçe anlık ışıklar saçtığını fark eden İsveçli Jonas Nordberg buna çark ve zembereği de ekledi ve günümüz fenerlerinin modern benzerleri kıyılarda kendilerini göstermeye başladı.

Sanayi devrimiyle gelişen teknik fenerlere yeni ilaveler de getirdi. 1862’de Britanya açıklarındaki deniz fenerlerinde ilk kez karbon arklı elektrikli lamba ve yedek olarak asetilen ışığı kullanılmaya başlandı.

Bugün deniz fenerleri  neredeyse insana gerek duymadan görev yapıyor.

İSTANBUL’UN FENERLERİ

Milyonlarca insanın, binlerce çirkin binada yaşadığı, doğanın, ağacın ve denizin unutulduğu İstanbul’da deniz fenerlerinin farkına varmak kolay değil. Kalabalıklar içindeki yalnızlığa alışkın kent insanı, yanından geçip gittiği ya da uzaktan baktığı fenerleri görmüyor bile. Akşam olup karanlık bastığında ise İstanbul’un puslu göğündeki ışık kirliliği, deniz fenerlerinin ışıklarını da görünmez kılıyor. Kentin yalnızlığı tarihi fenerlerin üzerine siniyor.

Karadeniz’e ve Marmara’ya yol veren iki su yoluna ev sahipliği yapan İstanbul’da 37 deniz feneri var. Gezginlerin seyahatnamelerinde yazdıklarına göre 16. yüzyılda kentin hem Marmara Denizi’ne bakan güneydeki dış kesimlerinde hem de Karadeniz’den Boğaz’a giriş noktalarında üzerlerinde ateş yanan yüksek kuleler bulunuyormuş. Odun ateşiyle yükselen ışık kuleleri için daha sonra dev mumlar ve yağ kandilleri; yıllar sonra da gazyağı kullanılmış.

Pierre Gyllius XVI. yüzyılda İstanbul hakkındaki topoğrafik çalışmasında bu fenerlerden söz eder.

Deniz ticareti Osmanlı için önemliydi. Gemi yollarını güvenceye almak isteyen devlet, kıyıdaki ve denizdeki önemli noktalara konulacak fenerleri 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Fransızlara yaptırmıştır. İstanbul’un 37 fenerinin 15’i Fransız yapımıdır. Alıcı gözle baktığınızda bu fenerlerin mimari yapılarının birbirine benzediğini fark edersiniz. Hepsine değil ama en önemlilerine birlikte bakalım.

Şile Feneri

Ortasından su geçen İstanbul’un hem Anadolu hem de Avrupa yakasında deniz fenerleri vardır. Anadolu Yakası’nın en kuzeyindeki Şile Feneri aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası standartlardaki en büyük feneri sayılır. 20 deniz mili uzağa giden ışığı 3,5 metrelik bir mercekten yayılıyor. 1859 yılında hizmete giren fenerin metal bölümü ve ışığı saçan kristal başlığı Fransa’da imal edilmiş. Sahip olduğu sekiz adet mercek bin wattlık elektrik gücüyle aydınlatılıyor. Şile’ye karayoluyla gittiğinizde göremezsiniz ama denize açılıp karşıdan baktığınızda tüm haşmetiyle sizi selamlar. Daha yakından görmek için yanına gittiğimizde 75 basamakla ulaşılan  ışıldağına çıkmak hiç de kolay olmadı. Tarihi fenerlerde asansör yok ve en tepesine kadar dar ve dolambaçlı merdivenleri çıkmak zorundasınız.

İşte buradayız: siyah şeritli ve çatlaklarla dolu gövdesiyle Şile’nin ve Şile Belediyesi’nin sembolü Şile Feneri.

Bir buçuk yıldır fenerin sorumluluğunu üslenen Ahmet Turan, özellikle yaz mevsiminde fenere yoğun bir turist akını olduğunu anlatıyor. Bu nedenle hayli kalabalık günler yaşamışlar. Ama kış mevsiminde fener ve çevresi daha sakin.

Özel bir yerde görev yaptığımın farkındayım” diyor. “Fenerin tarihi ve turistik bir özelliği olsa da aynı zamanda denizcilere yol göstermeye devam ediyor.

Bununla birlikte Ahmet Turan’ın fenere fazla müdahalesi yok. Fotoselli sistemle hava karardığında fenerin ışığı otomatik olarak yanmaya ve dönmeye başlıyor. Devasa merceğin ışığı masalsı bir hüzmeyle hem denizi hem Şile’yi aydınlatıyor.

Şile Feneri’nin çevresindeki dükkanların çoğunda üzerinde fenerin fotoğrafı bulunan takvimler, hediyelik eşyalar ve biblolar var. Üsküdar Caddesi üzerinde bulunan “Umut Hediyelik”e girdiğinizde, Şile Feneri biçimindeki mumluklar, vazolar ve gece lambaları hemen gözünüze çarpıyor. Varlığıyla gemicilere yol gösteren Şile Feneri, gece lambası olarak evlerde de insanlara yol gösteriyor olsa gerek.

Anadolu Feneri

İstanbul sakin bir şehirken merkezden uzakta bulunan fenerlerde fenerci aileler yaşarmış. Bu aileler herkesin bilip tanıdığı, güvendiği kimselermiş. Fenerlerin çevresinde zamanla küçük köyler kurulmuş. İşte onlardan birindeyiz: Çevresinde kurulan köye de adını veren Anadolu Feneri 1856 yılında hizmete girmiş. 1855’te patlayan Kırım Savaşı nedeniyle müttefik gemilerine (İngiltere, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu) yol göstermek için Fransızlar tarafından yapılmış.

Osmanlı döneminde fenerin işletme hakkı Marius Michel ile Bernard Camille Pollas’a aitti. “Mişel Paşa” adıyla bilinen Marius Michel, Fransa İmparatoriçesi Öjeni’yi İstanbul’a getiren geminin kaptanı, Pollas ise bir saatçiydi. Yapılan kapitülasyon anlaşması gereği fenerin yıllık hasılatının yüzde 28’i Osmanlı Devleti’ne bırakılıyordu. Cumhuriyetin ilanının ardından Fransa’ya 500 bin lira tazminat ödenerek fener devletleştirildi.

Anadolu Feneri’nin deniz seviyesinden yüksekliği 75 metre, kule yüksekliği 20 metre. Seksen basamakla çıkılan ışıldağı 20 deniz milinden görülebiliyor. Gölcük merkezli 1999 depremi fenerin gövdesinde çatlaklar yaratsa da hala dimdik ayakta. Nöbetteki tüm fenerlerde olduğu gibi Anadolu Feneri’nin en tepesine pek sık çıkılmıyor. Işığın görülebilirliğini artırmak için odak uzaklığı 500 mm olan 4 adet panel kullanılıyor ve bu paneller bilye üzerinde dönüyor. Bu paneller 2005 yılına kadar kurmalı bir devir daim makinesiyle hareket ederken bu tarihten sonra elektriğe geçilmiş. Günümüzde bin wattlık elektrik gücüyle hizmet veriyor ve tam karşısında bulunan Rumeli Feneri’ne göz kırpıyor. Kışın ayazında giderseniz hemen yakınındaki  çay bahçesine girin ve soba ateşinde demlenmiş güzel bir çay için.

Kanlıca Feneri ve diğerleri

Eskiden yoğurt yemek için Kanlıca’ya gidilirdi. Boğaz trafiğinin sıkışık olmadığı zamanlarda Kanlıca Feneri karadan da görülebilirdi. İnşaat çılgınlığının yaşandığı İstanbul’da hem Kanlıca Feneri hem de Boğaz hattındaki diğer fenerler görülmez oldular.

Fransızlar tarafından yapılan fenerlerden biridir Kanlıca Feneri. 1861 yılında hizmete giren fener 11 metre yüksekliğindedir ve yaydığı ışık 8 deniz milinden görülebilir. Yalıların arkasından yükselen bu nazlı yapı, aynı yıl hizmete giren Kandilli Feneri ile adeta kardeştir. Hemen yakınlarındaki Çengelköy Feneri ise 1978 yılında hizmete girdiği için daha genç bir fener sayılır. Kafanızı kaldırıp az öteye baktığınızda ise 9 metrelik Beylerbeyi Feneri’ni görürsünüz.

Kız Kulesi

Sırtınızı İstanbul’a verip denize baktığınızda onu görürsünüz. Öyle farklıdır ki, deryadaki inanılmaz duruşuyla İstanbul’dan gayri hiçbir kentte eşi bulunmaz. Sahip olduğu geçmişiyle şehrin tarihinden bağımsızdır sanki. Öyle bağımsızdır ki 1830’larda başlayan kolera salgınından korunmak için kulede bir “karantina hastanesi” bile açılmıştır.

Evliya Çelebi’nin aktardığına göre ise fener daima askerler ve onların kullandığı silahlarla doluydu. Önemli devlet ziyaretleri top atışlarıyla buradan İstanbul halkına duyurulurdu. Yani Kız Kulesi sadece gemicilere yol göstermekle kalmamış, başkentin haberciliğini de yapmış.

12.yüzyılda Bizans İmparatoru I.Manuel Comnenos tarafından yaptırılan Kız Kulesi, şehrin denizden istilasını önlemek için yapılmış bir kaleymiş aslında. Osmanlı’nın fethinden sonra Fatih eski yapıyı yıktırıp yeni bir kale yaptırmış. Sonraki zamanlarda onarılarak ve yapısı değiştirilerek bugünlere ulaşmış.

Kız Kulesi’nin otomatik ışık verme sistemine geçmesi 1920 yılına rastlar. 1943’te ise etrafındaki ambarlar ve gaz depoları kaldırılır. O yıl başlayan restorasyon işlemiyle kulenin içi ve dışı deniz suyunun ölümcül etkilerine karşı betonarme hale getirilir. Kız Kulesi bugün hem turistik olarak hizmet veriyor hem de deniz feneri olarak. Üsküdar’dan baktığınızda görmek zor olabilir ama Kadıköy-Beşiktaş vapuruna binerseniz, geminin sancak tarafına geçip Kız Kulesi’nin ayak ucunda yükselen deniz fenerini rahatlıkla görebilirsiniz. Fotoğrafını çekmeyi unutmayın.

Haydarpaşa Fenerleri

Nazım Hikmet “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı Haydarpaşa Garı’nda başlatır. Türk sinema tarihine adını yazdırmış pek çok film de orada başlar veya orada biter. Ruhunuza dokunan bu filmlerde olduğu gibi Anadolu’nun İstanbul’a dokunduğu noktadır Haydarpaşa.

2010 yılında geçirdiği korkunç yangından sonra onarımı hala süren bina, mimarisiyle tıpkı Kız Kulesi gibi kadim şehrin simgelerinden biridir. Binayı dışarıdan selamlayan ve kara trafiği kadar yoğun olan liman girişini kontrol eden fenerler  mendirek üzerine dizilidir.

Limanın dış kuzey ucundaki fener 1963 yılında hizmete girmiştir. Denizden yüksekliği 15 metreyi bulan bu fenerin yaydığı ışık 8 milden göze çarpar. Limanın iç kuzeyindeki fener daha eskidir: 1902. Üç metrelik boyuyla küçük bir fenerdir ve 3 millik menzile sahiptir. Haydarpaşa’nın dış ve iç güney yönünde de fenerler mevcuttur ve bunların hizmete giriş tarihleri de diğer ikisiyle aynı gibidir: Biri 1961, diğeri 1902.

Kadıköy yakasının pek bilinmeyen bir diğer feneri ise 1977’den beri parlayan İnciburnu Feneri’dir. 11 metrelik boyuyla ışığını 13 mil uzağa salar.

Fenerbahçe Feneri  

Bulunduğu semte adını veren ender fenerlerden biri olmanın haklı gururunu yaşar Fenerbahçe Feneri. Yabancı gezginlerin eserlerinde “Feneraki” olarak adlandırılan bu bölgenin ucundaki kayalıklar Konstantinopolis’ten gelen gemiler için çok tehlikeliydi. 1562’de çıkartılan bir fermanla Kanuni Sultan Süleyman buraya bir deniz feneri yapılmasını emretmiş.

Fenerbahçe’deki Fener tıpkı Kız Kulesi gibi kendisine yüklenen başka görevler üslendi ömrü hayatında. Örneğin bazı devlet görevlileri için sürgün yeriydi burası. III.Ahmed’in vezirlerinden Seyyid Hasan Paşa bu fenerin dibinde boğdurulmuş ve başı kesilerek vücudu tam bu noktadan denize atılmıştı.

Fenerbahçe Feneri’nin hizmete girişi 1856 yılına rastlar. 20 metrelik fenerin görülebilme mesafesi 15 deniz milini bulur. Askeri bölgede bulunduğu için gittiğinizde yanına yaklaşmanız zordur. Ama Moda Burnu’nda bir ağaç altına oturup karşıya bakarsanız onun harika silüetini görebilirsiniz.

Fenerbahçe’nin biraz daha ilerisindeki Bostancı Feneri ise 1946’da hizmete alındı. Dört metrelik kısa boyuyla çok iş görür. Liman içine giren deniz otobüslerine ve türlü vapurlara kılavuzluk eden fener 5 milden görülür.

Küçükyalı’daki balıkçı barınağını imleyen fenerden ve Maltepe’deki Dilekkayalığı Feneri’nden söz etmeden geçmeyelim. Küçükyalı ile Adalar arasındaki kayalıklara dikkati çeken Dilekkayalığı Feneri önemli bir vazife görüyor. 1913 yılında inşa edilen fener, denizin içinde, kayalıkların hemen üstünde yapayalnız hizmet veriyor. Can ve mal kurtaran ışıkları 8 mil öteden görülebiliyor.

Ahırkapı Feneri 

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okurken bizden Ahırkapı Feneri ile ilgili bir foto-röportaj yapmamız istenmişti. Fenere gidip orada yaşayan fenerci aileyi bulmuş ve öğrenci olduğumuzu söyleyip küçük bir söyleşi yapmıştık. O röportajın kayıtlarını keşke saklasaydık. Bugün fenerlerde aileler kalmadı. Ama Ahırkapı Feneri İstanbul’un kıyı şeridine yapılan ilk fener olarak görevini sürdürüyor.

Ahırkapı Feneri, 1755 yılında yaşanan bir deniz kazasının sonucudur. Mısır’dan yola çıkan 40 tonluk un yüklü bir gemi İstanbul’a giriş yapmıştır. Karanlık çökmüştür ve geminin kaptanı Hacı Kaptan, yolculuğun verdiği yorgunluktan ve yükten kurtulmak ümidiyle bir an önce limana yanaşmak istemektedir. Gemiciler birden “kara” diye bağırmaya başlar. Kaptan gemiyi toparlayamaz ve boğazın acı karanlığında rotadan çıkan gemi karaya oturur. Zarar büyüktür. Çılgına dönen Hacı Kaptan İstanbul Kadısı’na varır ve durumdan şikayetçi olur. Kadı durumu muhakeme eder, ölçer biçer, devleti haksız bulur ve geminin tüm zararının ödenmesine hükmeder. Önüne geminin ağır faturası konan Padişah III.Osman, Sadrazam Said Paşa’yı huzura çağırır ve durumu araştırmakla görevlendirir. Sadrazam kazadan kurtulan gemicilere kulak verir. Onlardan biri cesaretle Sadrazam’ın karşısına dikilir ve şöyle der: “Paşam bu kaza zifir karanlıkta önümüzü göremediğimizden oldu. Kıyıda bir kandil olsaydı hiç kaybeder miydik  yolumuzu ?”

Devlet Hacı Kaptan’a yeni bir gemi verir. Ahırkapı’ya  12 kandilli bir fener dikilir. Bu öyle bir fenerdir ki 1 yılda bin 200 kilo zeytinyağı ve yarım altınlık fitil harcıyordur. Çünkü Ahırkapı’nın yağı ve fitili Topkapı Sarayı’ndan yani Padişah’ın kesesinden gelecektir.

Bu deniz kazası yeni bir fenerin yapılmasına vesile olmuştur. Cumhuriyet dönemi öncesinde Türkler tarafından yapılan ilk fener işte burasıdır.

Yıllar sonra 1857’de yerine daha modern bir fener inşa edilir. Çağdaşı olan diğer fenerler gibi o da Fransızlar tarafından yapılır. 26 metrelik boyuyla çok yakışıklıdır ve pırıl pırıl ışığı 16 milden görülür. Üstelik hemen altındaki lokantaya gidip yemek de yiyebilirsiniz.

Yeşilköy Feneri

İstanbul’un girişine konan ilk fenerdir.

Bizans ve Osmanlı döneminde Ayastefanos olarak anılan köyün tam karşısındaki deniz feneri de aynı adla anılıyordu. Yani ilk adı Ayastefanos Feneri’dir. Padişah Abdülmecid’in emriyle Fransız mühendisler tarafından 1856’da yapıldı ve ilk ışıklarını asetilen gazıyla üretti. Denizden yüksekliği 23 metredir ve mimarisiyle İstanbul’un en güzel fenerlerinden biridir. Osmanlı döneminde ciddi bir onarım görmeyen fener, 1945, 1971 ve 1988’de restore edildi. İki katlı lojman ve idare binasının ortasından yükselen bu fener, Yeşilköy’ün camdan gökdelenleri, AVM’leri ve balık lokantaları arasında 161 yıldır değişmeyen görüntüsüyle eskinin güzelliğini anımsatıyor. Her 10 saniyede bir çakan parlak ışığı 15 deniz milinden görülebiliyor.

Bebek Feneri

İstanbul’un çoğu generi gibi kıyıda ya da liman ucunda değil Kız Kulesi gibi denizin içindedir. 1856’da Fransızlar tarafından yapılarak yerine konmuştur ve güzel ışığı 5 deniz miline ulaşır.

Rumelihisarı-Aşiyan Feneri

İşte Boğaz’ın harika manzarasına bakan ve yalnızlığını hissetmeyen bir fener. Sırtını Tevfik Fikret’in Aşiyan’ına dayayan bu fener Boğaz’ın akıntılarına ve gemiler için tehlike arzeden virajlı yollara dikkat çeker. 1861’de yapılıp yerine konan fener, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ile aynı mahalleyi paylaşır. Yanından geçen arabalar, çevresindeki lokanta ve çay bahçeleri onu görmezden gelse de o buna aldırmaz. İşini yapar durur ve 8 deniz milinden görülür.

Arnavutköy Feneri

İstanbul Boğazı hem dar hem de çok akıntılı bir su yoludur. Gemiler için zor olan bu yolda İstanbul’un fenerleri önemli görevler yapar. Arnavutköy Feneri 1967’den beri 9 metrelik boyuyla İstanbul’u Avrupa yakasından seyreder ve yaydığı ışık geceleri 11 deniz milinden görülür. Kuruçeşme Feneri 1961’den bu yana hizmet verirken, Ortaköy’deki Defterdarburnu Feneri’nin yapım yılı 1968’dir. Hiç fark ettiniz mi bilmiyoruz ama Salıpazarı’nda Mimar Sinan Üniversitesi ile Deniz Ticaret Odası’nın arasına sıkışmış gibi duran Salıpazarı Feneri ise 1982 tarihlidir.

Kireçburnu Feneri

Fransızların İstanbul’a inşa ettiği fenerlerden biridir. 1861 yılında tamamlanan fener 9 metre boyundadır ve gemiler onun ışığını 11 milden görür. Balıkçı tekneleriyle yan yana duran Büyükdere Feneri 1969 tarihlidir. Sarıyer’deki Dikilakaya Feneri denizin 100 metre açığındadır ve sığ suları işaret eder.

Rumeli Feneri

Rumelifeneri, tam karşısında kardeşi gibi yükselen Anadolufeneri ile birlikte İstanbul’un girişinde nöbet tutan iki asker gibi duruyor. Adıyla sanıyla İstanbul’un en bilinen fenerlerinden biridir ve yaşadığı köye adını vermiştir. İstanbul’dan düzenli otobüs seferlerinin yapıldığı köye vardığımızda dikkatimizi ilk çeken şey, fener çevresindeki her dükkanın onun adını taşıdığıydı. Tam 30 metrelik kulesi ve radarıyla Türkiye’nin en yüksek feneridir.

Fenere gittiğimizde bizi Metin Çalışkan karşıladı. On sekiz yıldır Kıyı Koruma memuru olarak görev yapan Çalışkan, bulundukları mevkinin İstanbul’un girişi olması nedeniyle kazalara açık bir nokta olduğunu söyledi. Gerçekten de öyle.

Fransız gezgin Jean Thevanot 1655’te “Rumelifeneri Köyü’nde bulunan bir kulede geceleri gemilere yol gösteren bir fener bulunur. Çünkü bu deniz çok tehlikelidir. Hiçbir yıl geçmemiştir ki burada bir deniz felaketi olmasın” diye yazmış.

İlk yapıldığında fenerin ışığı sabitti ve açıktan geçen gemileri yanıltarak onları karaya çekmek isteyen korsanlar bu durumu kötüye kullandı. Istıranca Dağları’nda ateş yakan korsanlar gemi kaptanlarını yanıltmış ve onların karaya fazla yaklaşarak kıyıya oturmasına neden olmuştu. Sonrasında ise geriye çok değerli mallarla yüklü gemileri kolayca soyuyorlardı. Osmanlı idaresi bu duruma son vermek için Rumeli Feneri’nin ışığını döner hale getirdi ve bu amaçla Londra’dan 1854 yılında fener getirildi. 1856’da fener yeniden inşa edildi, ışığı değiştirildi ve bugünkü haline kavuştu. Fenerin tepesine çıktığımızda bizi harikulade bir deniz ve pitoresk bir köy manzarası kucaklıyor. Denizcilerin yalnızlığına ortak olan görevli Metin Çalışkan fenerin çalışma mekanizmasını anlatırken yakın zamanda meydana gelmiş bir kazadan da söz ediyor.  Ekip bu nedenle daima tetikte.

Ama yalnız sayılmazlar. Fenerin kapısını yazın binlerce turist aşındırıyor. Bunun iki önemli nedeni var. Biri, fenerin konumu ve sahip olduğu tarihi miras. Diğeri ise ev sahipliği yaptığı bir türbe.

Evet, fenerin hemen girişinde bulunan Sarı Saltuk Dede adındaki yatır, burayı dünyada bir türbeye ev sahipliği yapan ilk ve tek fener haline getiriyor ki görülmüş şey değil. Buraya sadece dua etmek için gelen turistler bile var.

Sarı Saltuk Dede Anadolu ve Rumeli’nin fethi sırasında savaşlara katılmış, büyük kahramanlıklar göstermiş bir ermiş. Vefatından sonra buraya defnedilmiş. Fenerin hemen yanında onun adına yapılan ama akmayan bir çeşme de bulunuyor. Böylesine farklı ve özel bir fener, Rumelifeneri.

İşimizi bitirdiğimizde feneri karşıdan gören bir kahvehaneye oturup çay söyledik. “Fener Caddesi” tabelası asılmış yanımızdaki duvarın üstüne sprey boyalarla rengarenk bir fener resmi çizilmişti. Soğuk ve rüzgarlı hava balıkçıların denize açılmasına engel oluyordu. Kimisi set üstünden denize bakarken, kimisi kahvede oturmuş sohbet ediyordu. Sıradan bir Rumelifeneri öğleden sonrasında zaman ilerlerken not defterimi çıkartıp Alman şair Wenner’in 1616’da bu fener için yazdığı dizeleri okudum:

“Yüksek, haşmetli bir kule

Üstünde ve çepeçevre duvarlarında

Yüksek pencereleri korunmuş büyük camlarla

Büyük demir bir levha durur ortada

Yaklaşık dört parmak kalınlığında

Ve eni üstten bir kılıçtan fazla

Çok köşelidir

İçine fitiller

Ve levhanın içine yağ konur

Gece gelince tutuşturulur

Ki bunu gemiciler çok uzaktan görür.”

 

Karaburun Feneri

Fenerlerin ortak özelliğidir: Bulundukları yerler soğuk, rüzgarlı, rutubetli ve uzaktır. Uzaklık yalnızlığı getirir. Soğuk ve rüzgar onları dayanıklı kılar. Karaburun Feneri’ne vardığımızda aklıma bunlar geldi.

Denizden yüksekliği 43 buçuk metre olan bu fener, betonarme yapısı ve çepeçevre donatılmış pencereleriyle gerçekten dikkat çekici. Gemileri  selamlayan bu yakışıklı yapı, 1964’ten bu yana hizmet veriyor ve 10 mil öteye göz kırpıyor. Saldığı ışık sadece denizi değil karayı da aydınlatıyor. Karayı yalayan ışık hüzmesi köyde oturanları rahatsız etmesin diye merceğin karaya bakan tarafı perdelerle örtülmüş. Bu bir denizci inceliği.. Aynı noktada Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmeleri’nin bir tahlisiye istasyonu da var.

 

Posta Pulları ve Kartpostallarda Deniz Fenerleri

Gurbete çıkıp İstanbul’a gelmiş insanların, şehri mektuplarla anlatma ve gösterme isteği, kartpostallar sayesinde daha kolay olmuştur. Kartpostallarda en çok rastlanan fener hiç şüphesiz Kız Kulesi’dir. Onu Haydarpaşa Fenerleri izler.

Deniz fenerleri zamanla posta pulları üzerinde de yerini alır. Tıpkı kartpostallarda olduğu gibi pullar üzerinde resmedilen ilk fener Kız Kulesi’dir. 14 Ocak 1914’te tedavüle çıkartılan ve Londra’da bastırılmış 17 pulluk seride Kız Kulesi tüm haşmetiyle kendini gösterir. Yine aynı serideki 10 paralık yeşil pulun üzerinde ise Fenerbahçe Feneri’nin güzel bir resmi işlenmiştir. Bu iki puldan 3 yıl sonra 1917’de Osmanlı Posta İdaresi’nin Viyana’da bastırdığı bir başka seride ise Ahırkapı Feneri’nin resmine rastlarız. Sultan Reşad tuğralı bu 10 paralık pul da yeşil renklidir. Yıllar sonra 1947 yılının Eylül ayında İstanbul’da düzenlenen “Uluslararası Üzüm ve Şarap Kongresi” nedeniyle PTT’nin çıkarttığı üç parçalık anma serisi pullarında zor görülür olsa da yine Ahırkapı Feneri kendini gösterir. Fener, tarihi yarımada silüeti içinden gülümsemektedir.

1 Temmuz 1951’de kutlanan Kabotaj Bayramı’nın 25’inci yılında ise bu kez karşımıza tüm güzelliğiyle Fenerbahçe Feneri çıkar. Fenerin hemen altında “Türkiye Cumhuriyeti Postaları” yazmaktadır ve fiyatı 1 liradır.

Edebiyatta Deniz Fenerleri   

Denizin ortasında veya şehir merkezinden uzakta çalışan bu sonsuz ışıklar, iflah olmaz yalnızlıklarıyla geçmişte nice şair ve yazara ilham kaynağı oldu.

Virginia Woolf’un Türkçeye “Deniz Feneri” olarak çevrilen “To The Lighthouse” adlı romanı ve Selim İleri’nin bir deniz fenerinden söz ettiği “Her Gece Bodrum” romanı aklımıza ilk gelenlerden. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Deniz Feneri”  şiiri de denizlerin yalnız ışıklarından söz eder. Tıpkı 1993’te Sivas katliamında kaybettiğimiz değerli şair Behçet Aysan’ın şiirindeki gibi:

 

Deniz Feneri

Sabaha böyle bir ağaç hışırtısı
saatin 03’ü vurduğu zamanlar
iki yüreği birden ayağa kaldırırdı.
Ayaklanan yüreklerden biri Olympos’a gizlenirdi
biri Anadolu bozkırında.
Tam o vakit, suların koşarak
rüzgâra aktığı
Gökyüzünün uçsuz bucaksız denizi durulurdu.
Bir durulan deniz bendim
biri karşı kıyılarda
Ve sabah onun için bir yol bulunurdu
akmaya
kibele koşar gelirdi.
Ve yine öylesi bir anda
bir salyangoz tırmanırdı aynı inciri
Bir küflü kilidin tık sesi duyulur
saksılarda aynı sardunyaların gerinmesi
Bir yaşlı kadın kalkar
suskun adımlarla yürür
Terliklerini giyer
İstavroz çıkarır veya yasin
okurdu
Kilometrelerce uzakta
ve aynı anda.
Keder bir buğu gibi yükselirdi
bir şiir başladığı dizeleri yazar
Ocaktaki ateş çıtırtılarla yanardı.
Uçmaya
hazırlanan külrengi bir kuş
Beş uzun yıl sonra sürgünden
dönen bir adamın odasına
Girebilirdi.
Hasret girebilirdi
direnme girebilirdi
yitirilmiş bir aşk girebilirdi.
Adam odadan çıkar giderdi.
Çünkü ayios pavlos cezaevinin
ve kartal Maltepe’ nin avlusunda
Düşünceli dolaşan birinin gölgesiydi.
Gölgesiydi gölgelenmiş güneşin
umudun öldürülüşünün
Postalların bütün güzellikleri
çiğnemesinin
zakkumun ve Beethoven’ in
şiirin ve aşkın
yasak edilişinin gölgesiydi.
Oydu
ter ince bir ırmak gibi akarken
spil dağı eteklerinde
ve tırhala’da tütüne koşan
yüzü aynı esmer reçber.
Başka bir yerde başka bir esmer yüz
mazgalların arasından
Gökyüzüne bakıyordu
Ürkek sarı
kaçak yıldızlara
Başının üstünde mazgallarda
nöbetçilerin ayak sesleri.
Üç gün önce getirmişlerdi
üç gün üç gece
Sadece zeytin
ekmek ve sigara.
Demir kapıda küçük bir delik
havalandırma
Yukarda ürkek
sarı kaçak yıldızlar.
Tutuklunun adı
takis petrulastı.
Belki de onun türkçesiydi.
O gece yarısı
oturdu ilk şiirini yazdı.

 

 

 

Kaynaklar:

  • Bekir Dildar. “Bir İstanbul Penceresinden Deniz Fenerleri” İstanbul, Kasım 2006. ( Finansbank’ın Katklarıyla.)
  • Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü
  • Virginia Woolf “Deniz Feneri” Çeviren: Naciye Akseki Öncül. İletişim Yayınları. İstanbul,
  • Selim İleri “Her Gece Bodrum” Everest Yayınları. İstanbul, 2010. (Birinci Baskı:Bilgi Yayınları, 1976)
  • Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı