EDEBİYAT BİR MESLEK MİDİR ?

(Bu yazı Murat Erdin’in “Dünya Hala Büyük Yaşam Hala Kısa” adlı kitabından alınmıştır)

Edebiyatı nasıl tanımlamamız gerekiyor? “Her edebiyat olayı, yazarları, kitapları ve okuyucuları, genel anlamda icatçıları, eserleri ve halkı hatırımıza getirir. Edebiyat olayı, sanattan, teknolojiden, ticaretten pay alan son derece karmaşık bir ulaştırma düzeni yardımıyla her zaman isimleriyle tanınmasalar bile kesin şekilde belirli olan kişileri, sınırlı, az veya çok bilinen bir insan topluluğuna bağlayan bir değiş tokuş devresidir” diyerek açıklamış edebiyatın ne olduğunu Fransız yazar Robert Escarpit. Edebiyat sosyolojisi ise edebiyatı tamamlayan tüm unsurların incelenmesini içeriyor. Yazarlar, kitaplar, okurlar, yayınevleri, dağıtım şirketleri, matbaalar ve telif hakkı ajansları… Edebiyat, 19. yüzyıla kadar soylu sınıfın ilgilendiği bir alandı. Fakir halk okuma yazma bilmiyordu ve kitaplar elle yazıldığı için çok pahalıydılar. Matbaayla başlayan devrim ve sanayileşmenin getirdiği ihtisaslaşma, kitapların sayısını çoğalttı ve onları ucuzlattı. Ortaçağ’da evinde 20 kitap bulunan bir kişinin entelektüel (ve tabii zengin) olduğuna inanılırdı. Voltaire, edebiyat terimiyle halk kelimesinin yan yana gelmesine karşıydı; bir kültür aristokrasisi vardı ve bilgi, bu aristokrasinin tekelinde olmalıydı. Sosyalist çağın edebiyatı ise bunun tam tersiydi. Vladimir Zdanov’un tarifi şöyledir: “Edebiyat, halkın hayatına kopmaz şekilde bağlanmalıdır. Bu bağların arka tarafında yazarı etkileyen tarihi ve sosyal gerçekler vardır. Her kitabı tek, bağımsız bir varlık olarak kabul eden sübjektif bakış açısı yanlıştır. Edebiyat, sosyal bir olaydır.” Cemil Meriç ise edebiyatı şöyle anlatır bize: “Edebiyat, bazen bugünün gerçeğinden çok yarının gerçeğini ifade eder. Daha çok, olması istenen fakat olmayacak olan bir yarının ifadesidir. Çünkü geleceğe biçim veren yalnız düşünce değildir. Konuşmak, yapmaktan daha kolay ve daha çabuktur. Bunun için edebiyat, çok defa ruhun gizli hayatının ilk ve biricik gerçekleşme yoludur.” Daha kısa bir tanımla Meriç, edebiyatı “toplumun ifadesi” olarak görür. Birçok mesele önce ancak edebiyatta tartışılmış, sonra herkes tarafından kabul edilen bir konu haline gelmiştir. Bu gelişme ise toplumsal olayların nasıl hissî bir tepki olarak ilk önce edebiyatta ifade edildiğini, sonra düşünce akımı şekline girdiğini, sonra da toplum vicdanını harekete geçirdiğini gösterir. Edebiyat, gerçekliğe bağlı kalır ama bu, edebiyata özgü bir gerçekliktir. Yazarlar çoğu kez gerçeğe rüyayı ekler ve onu zenginleştirir. Don Kişot’un temsil ettiği özellikler, hayattaki Don Kişotlardan daha hakikidir. Madam Bovary, onun bize tanıttığı kadınlar kadar canlıdır ve yanımızda nefes alır durur.

Oscar Wilde, bir keresinde Balzac’ın 19. yüzyılı keşfettiğini belirtmiştir. Bir anlamda keşfetmişti de.

Biz biliriz ki yazar o eseri oluştururken, içinde bulunduğu toplumun gelenek ve göreneklerinden, yaşayış tarzından ve benimseyişlerinden etkilenerek eserini, özellikle edebiyat sosyolojisinin ilgi alanına giren romanını oluşturur. Yazılmış her roman, hayatın bir kesitidir ve uygar toplumlar zengin romanlar yaratan toplumlardır. Roman daha çok kente ve/veya kentleşmeye aittir. Oscar Wilde, bir keresinde Balzac’ın 19. yüzyılı keşfettiğini belirtmiştir. Bir anlamda keşfetmişti de. Bir eleştirmen şöyle demiştir: “Büyük yazar, belli bir alanda kurgusal bir evreni yaratmayı başaran, kesinlikle istisnai bir kişiliktir. Bu kurgusal dünyanın yapısı, grubun tamamını ilgilendiren bir yapıya tekabül eder.” Edebiyat araştırmaları bir kişinin yazar olarak tanımlanması için en az 40 yaşında olması gerektiğini gösteriyor bize. En azından tarihteki örnekler bize bunu söylüyor. Daha acımasız olanlar da var; bir yazarın ancak öldükten sonra edebiyat ailesinin bir ferdi olabileceğini söylüyor onlar. Gerçekte insan yazar olarak doğmaz, zamanla yazar sıfatını alır ve edebiyat kulübüne zorlukla dahil olur. Robert Escarpit, edebiyat mesleğinin ortaya çıkış tarihini 1755 olarak verir. Samuel Johnson’ın bir soyludan (Lord Chesterfield) kitabı için istediği parayı alamayınca kitabını kendi olanaklarıyla çıkartıp ilk kez para kazanmasının tarihidir bu. Balzac, İnsanlık Komedyası için Fransız yayınevleriyle bir anlaşma yapmıştı. Basılacak 60 bin kitaptan kitap başına 50 santim alacaktı. Balzac peşin 15 bin frank alacak, geri kalanı basılan kitapların üçte ikisi satıldıktan sonra ödenecekti. Bu, hiçbir zaman gerçekleşmedi. Yazarların hayal kırıklıkları tarih kadar eskidir. Avrupa kitap piyasası, 18. yüzyıla kadar Hollanda’nın elindeydi. Voltaire, bu duruma kızıyordu. “Fransızların zekâsından Hollandalı kitapçılar yılda 1 milyon kazanıyor” diye yazmıştır. Zamanla matbaacılar da demokratikleştiler, çünkü çoğaldılar. Artık yayıncılar tek kişilik meseleleri kolektif hayatın bir parçası haline getirmeye başlamışlardı. Yazarların yazdıkları kitap haline gelince para ediyordu ve matbaacılar da kitapçılarla dost olmaya karar verdiler. Çünkü “kazan-kazan” ilkesi için bunu yapmak zorundaydılar. Geçmişteki zorluklar bugün de geçerlidir. Sadece yazdıklarıyla geçinen yazar sayısı, kitabı basılan yazarlarla kıyaslanmayacak kadar azdır. Edebiyat sosyolojisinin bir araştırma alanı olarak ortaya çıkışının temelinde gizli özne olarak bu vardır ve bu sosyal yara yazarların yüreğini kemirmeye devam ederken, ilk baskıyı bin adetten fazla yapamayan yayınevlerinin korkaklığı da -bazen söylemek istemeseler de– buna dayanır.

  • Bu yazı Murat Erdin’in Dünya Hâlâ Büyük Yaşam Hâlâ Kısa kitabından alındı.