İSTANBUL NE ZAMAN ÖLÜR ?

Göçebe toplumları toprağa bağlayan hiçbir şey yoktur. Avcı-toplayıcı dönemlerden bugüne gelinceye kadar insanoğlunun yarattığı en büyük birliktelik şehirlerdir.

Mesleklerin ortaya çıkması ve yerleşik nizamın gerekli hale gelmesiyle doğan modern şehirler aynı zamanda uygarlıkların büyütüldüğü alanlardır. Kültür ve edebiyat şehirlerde doğar ve yeni yorumlarına şehirlerde kavuşur.

Modern şehirlerdeki üretim anlayışı sadece sanayiden ve hizmetlerden ibaret olamaz.     Modern bir toplumda sanayi, ticaret ve uzmanlaşma, sanata, edebiyata ve kültürel formasyonların çeşitlenmesine olanak sağlar. Güzel sanatlar tüm bu üretim sürecinde layıkıyla yerini alır.

Bir kentin ‘kültürlü’ kabul edilmesi için o yerleşim yerinin sanat ve edebiyat alanında da gelişmeler yaşaması ve yaşatması gerekir. Bunun için o şehir kendi yenilikçi yollarını, yöntemlerini ve tekniklerini bulmalı. Çünkü sanat ve edebiyat, bir yerleşimi kent yapan önemli unsurlardan birisidir.

Dünya edebiyatında sadece Paris’i konu edinen binlerce roman olduğunu, Londra’nın olmadığı bir İngiliz edebiyatının ne kadar yoksul kalacağını bir düşünün. Güzel Türkçemize adını veren İstanbul da işte böyle bir kenttir.

Burada bugün sorulması gereken soru şudur: Bugün İstanbul bu durumda mıdır ? Yoksa İstanbul çılgınca bir yapılaşmanın hüküm sürdüğü, insanların sessiz bir ortam bulabilmek için kapı ve pencerelerini sımsıkı kapattığı, sokaklarında şarkı söyler gibi satıcıların değil de tozlu homurtularıyla hafriyat kamyonlarının gezdiği bir betonarme manzumesi midir ?

Bir kenti sahiplenmenin en doğal yolu, o kentte biriktirilmiş anılarınızın olmasıdır. Çocukken gittiğiniz okulun aynı şekilde ve aynı yerde duruyor olması, lisede gittiğiniz sinemanın aynı duvarlar ve aynı renklerle yerli yerinde bulunması, sevgilinizle buluştuğunuz meydanın ve o meydandaki ağaçların (büyümüş de olsalar) ilk gün bıraktığınız gibi görülmesi, konser salonlarının, parkların ve yürüdüğünüz sokakların değişmemiş olması sizi o kente bağlar. Birlikte büyüdüğünüzü ve birlikte paylaştığınızı hissedersiniz. Bu size mutluluk verir. Aidiyet duygunuzu geliştirir. Göçebe toplumla yerleşik bir toplum arasındaki en önemli fark işte budur: Ait olma duygusu.

İstanbul bugün bırakın gençlik yıllarımızdaki görünümünü, iki yıl önceki halini bile hatırlayamayacağımız bir yapılaşma halinde. Her şeye siyasi gözlüklerle bakmaya alışmış bazıları, yeni binalar ve yollar yapmanın ve plansızca büyümenin “gelişme” olduğunu sanması, bu kentin feryadını daha da artırıyor. Tamamen başka topraklarda doğup büyümüş bir göçmen nüfusuyla istiflenmiş bir oluşum olan İstanbul, ne yazık ki “kimseye ait olmayan” bir insanlar topluluğu olarak tanımlanabilir. Aralarındaki tek ortak yanın ‘para kazanmak’ olduğu insanların elinde can çekişen bu şehir, kimliksiz semtleri ve yabancılaşmış varlıklarıyla her geçen gün hızla ölüyor.

İstanbul’u İstanbul yapan, hepimizin bir konser veya bir oyun için gittiği, arkadaşıyla buluştuğu, önünden gururla geçtiği Atatürk Kültür Merkezi’ne bir bakın lütfen.

Dokuz yıldır bir harabeye dönüşmesi için bekletilen bu bina kentin en önemli simgelerinden birisi olmasına rağmen kimsenin kılı kıpırdamıyor. “Gelin AKM’yi yıkalım sonra oraya güzel bir opera binası yaparız” diye özetlenecek bir anlayışı sanırız dünyanın hiçbir ülkesinde mumla arasanız bulamazsınız.

GEÇMİŞE SAYGILI OLMAK SADECE CAMİLERİ Mİ KAPSIYOR ?

Sadece AKM mi ?

Galataport uğruna bir gecede yıkılan Karaköy Paket Postanesi’ne ne demeli ?

Rıhtıma yanaşmak için Boğaz’a giren her geminin uzaktan görebildiği bir anıtsallığa sahip Postane’nin muhteşem dörtgen kubbesi ne yazık ki artık yok.

Sultan 5.Mehmed Reşad döneminde inşa edilen Paket Postanesi 1910 yılında tamamlanmıştı ve sırf bu özelliğiyle bile korunmayı ve okşanmayı hak ediyordu.  Acaba bu ülkede ‘geçmişe saygılı olmak’ sadece cami ve medreseleri mi kapsıyor ?

Karaköy Yolcu Limanı’nın canım binasına ne demeli ? Mimar Rebii Gorbon’un çizdiği Yolcu Salonu, sahip olduğu özgün detay, boyut ve doluluk-boşluk oranlarıyla İstanbul’un en önemli simgelerinden birisiydi ve çok sayıda film ve romana konu olmuştu. Acımasızca yıkıldı, hem de kimseye sormadan, danışılmadan. Nerede bu ülkenin anlı-şanlı danışmanlar kadrosu ?

Viyana Paket Postanesi’nin bir gecede kimseye sormadan yıkıldığını düşünsenize.

Marsilya Limanı Yolcu Salonu’nun dümdüz edildiğini hayal edin.

Berlin Filarmoni Orkestrası’nın konserlerini verdiği şehir meydanındaki konser salonunun çürümeye terk edildiğini…

Hayal etmeniz, düşünmeniz bile mümkün olamaz.

SADECE AKM DEĞİL

Örnekler bitmedi daha.

Taksim’den içeriye, tek bir ağacın yaşamadığı  İstiklal Caddesi’ne yürüyün ve bir zamanlar harika oyunların sergilendiği Muammer Karaca Tiyatrosu’na uğramaya çalışın lütfen. Uğrayamazsınız. Çünkü öyle bir tiyatro salonu da kalmadı. İçi ve dışı viraneye dönmüş, yıkılmış bir kültür yuvası daha eklendi Beyoğlu’nun betonarme envanterine.

Bu yazıyı yazmadan aylar önce sosyal medya üzerinden Karaca Tiyatrosu’nun durumunu sordum İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne.. Hala yanıt yok. Pek çok benzer örnekte yanıt verilmediği gibi.

Havalar sıcak. ‘Gelin şöyle bir sahile yürüyelim, Karaköy’den Fındıklı’ya doğru gidelim’ desem ne görürsünüz ?

Denizle yol arasına konmuş yüksek duvarlar görürsünüz. İstanbul’un denize komşu pek çok semtinde gördüğünüz gibi..

Üsküdar sahili, Kabataş sahili, Fındıklı sahili, Ataköy sahili ve burada sayamayacağım çok sayıda sahilin kara ile ilişkisi dev metal bloklar veya duvarlarla kapatılmış durumda. İstanbul’da denize çıkışınız, denizi görmeniz ve denizi solumanız inşaat firmaları yahut belediyeler tarafından engelleniyor. Üstelik denizi kapatan o duvarların üstüne insanlarla alay eder gibi şöyle yazıyorlar: “Deniz Senin Şehir Senin.”

Karada süren inşaat çılgınlığı aynı hızla denizde de sürüyor. Bu inşaatları yapan firmalara Allah ‘yürü ya kulum’ derken, İstanbullular için yürüyecek pek bir alan kalmıyor.

GERÇEK BİR KENTE İHTİYACIMIZ VAR

Hemen her gün TV ve gazetelerde reklamlarını gördüğümüz lüks konut ve siteler, rezidanslar, AVM’ler, heykelsiz çeşmeler ve dünyanın en büyük terminalleri değildir ihtiyacımız olan.

Gerçek bir kente ihtiyacımız var bizim.

Modern, kolay, insanlar için yaşayan, ucu-bucağı olan, temiz ve saygılı. Anılarımızla büyüyen ve anılarımızı yaşatan bir şehir. Dokunmayı sevdiğimiz, denizine girebildiğimiz, esnafına güvendiğimiz, rüzgarıyla serinlediğimiz, ağacının altında uyuduğumuz bir şehir. Üstümüze yorgan diye örttüğümüz, sıcağıyla ısındığımız, soğuğuyla üşüdüğümüz, ezanı ve çanıyla heyecanlandığımız bir cıvıltıyı arıyoruz.

Bize verilen ise bir hengame, bir keşmekeş ve sonsuz bir gürültüdür.

Yaşatmaya çalıştığımız İstanbul bizim değil artık.

Çoktan öldürdüler onu.

(Bu yazı mürekkephaber.com’da  6 Haziran 2017’de yayımlanmıştır)