VEBA: KARA ÖLÜM

(Bu yazı Dünya Hala Büyük Yaşam Hala Kısa kitabından alınmıştır)

Çağlar boyunca insanlığın altedemediği çiçek, sarıhumma, tifüs, cüzzam gibi çok sayıda korkunç hastalık, genç yaşlı ve çoluk çocuk demeden milyonlarca insanın canını almıştır. Bu hastalıklar, yaydığı mikroplarla yol açtığı büyük salgınlar ve eline geçirdiği insanları en feci şekilde ölüme götürme şekliyle sadece tıp tarihini değil, dinler tarihini de etkilemiştir. Büyük salgınları Tanrı’nın kendilerine verdiği ilahi bir ceza olarak gören kurbanlar, karanlık bir köşede sessizce ve pislik içinde dua ederek ölümü beklemeyi yeğlemiştir.

Hiç kuşkusuz onlarca kenti silip süpüren, neden olduğu kitlesel ölümlerle savaşlardan daha çok insan öldüren ve yarattığı ölüm şekliyle insanları adıyla bile dehşete düşüren hastalıkların en başında VEBA gelir. Farklı türleri olan bu hastalığın en ölümcül olanı “hıyarcıklı veba” denilen, vücuttaki sert ve ağrılı şişliklerle anlaşılan, hastanın ağzını ve yüzünü kaskatı ve simsiyah yapan ve bu nedenle de halk arasında “kara veba” denilen türüdür.

Hastalığın farelerden yayıldığı sanılmıştır ama fareler aslında sadece taşıyıcıdır. Pisliklerden beslenen lağım farelerinin üstünde taşıdığı pireler, vebanın başrol oyuncusudur. Ortaçağ’da pek çok kentte veba salgını farelerin önce tek tek, sonra kitleler halinde ölmesinden sonra başlamış, ölen farelerin vücudunu terk eden pireler hastalığı hızla insanlara bulaştırmış, son derece bulaşıcı olan veba mikrobu daha sonra hava ve nefes yoluyla diğer insanlara sıçramıştır. Avrupa’da henüz gelişmemiş olan lağım ve kanalizasyon sistemi nedeniyle Londra, Paris ve Marsilya gibi büyük kentlerde evsel atıkların sokağa dökülüyor olması, vebanın kendisine yayılmak için çok elverişli ortamlar bulmasına neden olmuştur. Bir ticaret gemisiyle 1347’de Marsilya limanına taşınan hastalık, üç yıl içinde Fransa’da 100 binden fazla insanı yok etti ve neredeyse tüm kıta Avrupası’nı sardı. Hastalığın ticari gemilerden bulaştığını anlayan Avrupalılar, “karantina” adı verilen sistemi uygulamayı öğrendiler. Asya limanlarından gelen gemiler 40 gün açık denizde bekletiliyor ve ondan sonra limana alınıyordu. (Karantina sözcüğü İtalyanca’da “kırk” anlamına gelen “quaranta”dan türemiştir).

Vebanın yabancıların taşıdığı mikroplardan bulaştığını düşünenler yüzünden bazı kentlerde mültecilere yönelik saldırılar ve kıyımlar da olmuştur. Müslüman tüccarlar ve Yahudiler, Kilise tarafından vebanın günah keçisi olarak kabul edilerek suçlandılar. Yahudiler, kuyu sularını zehirlemekle veya havayı bozmakla itham edildiler.  Basel’de olduğu gibi toplu halde öldürüldükleri oldu. Orta Avrupa’da 1351 yılına gelindiğinde, gerek ölümler gerekse göçler nedeniyle neredeyse hiç Yahudi kalmadı.

Marsilya’dan Avrupa’ya giriş yapan veba, bir liman kenti olan İstanbul’un üstüne de bir bulut gibi çökmüştü. Aynı tarihlerde başlayan salgını Bizans tarihçisi Prokopios ayrıntılarıyla anlatır.(1)

Vebanın yol açtığı dehşetin etkisinden kurtulabilmek için köylüler, iskelet formunda resmedilmiş giysiler kuşanarak dans ettiler ve birbirlerine veba korkusunu unutmalarını sağlayan hikâyeler ve fıkralar anlattıkları şenlikler düzenlediler.  Veba, işte böylece edebiyat dünyasına da sirayet etmeyi başardı. Bu konuda değerli bir örnek olması bakımından İtalyan yazar Boccacio’nun “Decameron” adlı eserinin Floransa’da vebadan kaçanların sığındıkları yerlerde birbirlerine anlattıkları hikâyelerle örülmüş olduğunu belirtelim.

Salgını bizzat yaşayan Boccacio, dehşeti şöyle anlatır:

“Babalar oğullarını; anneler bebeklerini terk ediyor; hizmetçiler hanımlarından kaçıyor, noterler ölülerin son arzularını kaydetmekten vazgeçiyor; doktorlar, rahipler ve rahibeler hastaları ziyarete gitmiyorlardı. Kimse Hıristiyan usullerine göre gömülemiyordu; evler birer mezarlığa dönüşmüştü.”

Vebayı bizzat yaşayanlardan birisi de hastalığın Londra’da yayılımını günlüğüne aktaran ve bunu daha sonra “Veba Yılı Günlüğü” adıyla kitaplaştıran İngiliz yazar Daniel Defoe’dur. 1664 yılı sonlarında Drury Sokağı’nda meydana gelen bir ölümle başlayan salgın Londra’yı bir buçuk sene esir almış ve 100 bin kişinin hayatına malolmuştur. Defoe, günlüğünde veba hastalarının düştüğü içler acısı hali ve onları ölüme götüren korkunç sonlarını şöyle anlatır:

“Vücuttaki şişlikler feci acı veriyor ve bazılarına dayanılmaz geliyordu. Hekimlerin ve cerrahların tedavi için yaptıkları işlemler bazen zavallı hastalara yaralarından daha büyük işkence oluyor, onları ölüme bile götürebiliyordu. Şişlikler kimilerinde çok katılaşıyordu, hekimler onları açmak için yapışkan bantlarla çekiyor, çeşitli yara lapaları uyguluyor, bunlar işe yaramazsa yaraları kesiyorlardı. Bu şişliklerin bazıları hastalığın etkisiyle, bazıları çekiştirmekten sertleşiyordu. Öyle ki hiçbir alet onları kesemiyordu. Cerrahlar kesemedikleri şişlikleri yakıyla çıkarmaya çalışıyor, hastaların çoğu bu işlem sırasında dayanamayıp çıldırıyor veya ölüyordu.”(2)

Defoe’nun günlüğünden veba yıllarında Londra’da ticaretin tamamen bittiğini, varlıklı ailelerin kenti terk ettiğini, herkesin girmeye korktuğu hastalıklı evlerin “hayalet eve” dönüştüğünü öğreniyoruz. Yazar, kenti terk edenlerin sayısını 200 bin olarak verir. Londra Belediyesi’nin aldığı en etkili veba önlemi ise mikrop bulaşan evlerin tecrit edilmesi ve kapısına bir bekçi konmasıdır. Bu nedenle vebanın girdiği evlerde yaşayanlar adeta ölüme mahkâm edilir, vebalılar evin içinde bağıra bağıra can verirler.

Başka önlemler de vardır. Başıboş hayvanlar, hastalığı yaydıkları gerekçesiyle görevliler tarafından görüldükleri yerde öldürülür. Kilise çaresizdir. Ölü sayısı o kadar çoktur ki hayatını kaybedenler için doğru dürüst dini tören yapılamaz. Kara ölüme teslim olan talihsiz insanlar, açılan toplu mezarlara atılırlar. Bu işlemin halkın tepkisini çekmemesi için daha çok gece saatleri tercih edilir.

Kitabı okurken Londra’nın vebalı gecelerini hayal ediyor insan; çamurlu sokaklarla ayrılan evlerin dışına atılmış cesetleri toplayan at arabaları, sisi dağıtmaktan bile aciz mikroplu rüzgârlar, nereden geldiği belli olmayan hasta feryatları, göz gözü görmeyen mezarlıklarda açılan dev toplu mezarlara yığılan binlerce şişmiş ceset.

Veba yılları böyleydi işte.  

Ama Daniel Defoe’dan 270 yıl sonra bile veba Avrupa’da hâlâ kendini gösteriyor ve tıpla alay edercesine insanları dehşetli bir ölüme sürüklemeye devam ediyordu.

Albert Camus’nün yazdığı “Veba” romanı da tıpkı Defoe’nun Londrası gibi vebalı bir kenti anlatır. O yıllarda Fransız sömürgesi olan Cezayir’in kuzeybatısındaki Oran kenti sakinleri, aniden başlayan fare ölümleriyle önce ne olduğunu anlayamaz. 16 Nisan sabahı evinden çıkan romanın başkahramanı Doktor Rieux, ölü bir fareyle karşılaşır. Binanın kapıcısı Mösyö Michel, bunun dışarıdan getirilmiş bir fare cesedi olduğunu düşünür ve onu tuttuğu gibi çöpe atar. Farenin üstünü sarmış vebalı pireler çoktan ona bulaşmıştır bile.(3)

1940’lı yıllarda 200 bin nüfuslu bir kent olan Oran’da üç hafta içinde 300 kişi ölünce, hükümet hemen gerekli tedbirleri almaya başlar. Kent giriş-çıkışa kapatılır ve Paris’ten takviye sağlık ekipleri gönderilir. Felaket başlamıştır ama insanlar önceleri falekete alışmayı redderler. Sonrasında ise asıl felakete alışılır, yani sessizliğe.

Ağustos ayının ortasında ise tüm kent ortak yazgısına alışmış haldedir. Veba tüm insanlğın üstüne çökmüş durumdadır. Kimseyi ayırmayan ölüm, Oran’ın hapisanesine bile adalet getirmiştir. Londra’da olduğu gibi Oran’da da cenaze törenleri Hıristiyan adetlerini yerle bir edecek şekilde yapılıyordu.

“Ölüyü bir rahip karşılıyordu, çünkü kilisenin cenaze hizmetleri kaldırılmıştı. Dualar eşliğinde tabut çıkarılıyor, iple bağlanıyor, sürükleniyor, kayıyor, dibe iniyordu. Dezenfekte edilmesi için ambulans biraz erken ayrılıyordu ve kürek kürek toprağın sesi giderek daha yumuşarken, aile taksinin içine doluşuyordu. Doktor bir çeyrek saat sonra evine dönmüş oluyordu. Böylece her şey gerçekten en hızlı biçimde ve en az riskle olup bitiyordu.”

 Oran’da da tıpkı Londra’da yapıldığı gibi cenaze törenleri geceye alınmıştı, “böylece ambulansların içine giderek çok sayıda ceset tıkmak mümkün oldu” diye yazıyor Camus.

Veba romanında başkarakter olan Dr.Rieux’yü ve okurları en çok etkileyen bölüm ise küçük bir çocuğun can çekişerek ölmesinin betimlendiği sayfalardır. Ölüme doktorla birlikte kentin pederi Paneloux da tanıklık eder. İkisi de çok sarsılmıştır. Peder, çocuğun ölümünden sonra Doktor Rieux ile konuşur ve daha önce kendisiyle yaptığı öfkeli konuşma için özür diler. Kara ölüm sadece kentin kaderini değil, insanları da birleştirmiştir. Dr. Rieux, Peder Paneloux’nun elini tutar ve şöyle der: “Görüyor musunuz, Tanrı bile şimdi bizi ayıramaz.”

Dünyada artık veba yok.

Ama kötülükler, nefret ve ırkçılık her yanda var ve vebadan daha tehlikeli bir hızla yayılıyor.

Camus’nun sözleriyle bitirelim:
“Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. İnsanlar kötü olmak yerine iyidir ve sorun bu değildir. Ancak bir şeyin farkında değiller. En umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir.”

  (1)-  Prokopius. “İstanbul’da İsyan ve Veba” Çeviren: Ali Calap, İstanbul: Lir Yayınevi, 2002.

(2)- Daniel Defoe. “Veba Yılı Günlüğü” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Çeviren: İris Kantemir. Ağustos 2016, İstanbul    s.79

(3)- Albert Camus. “Veba” Can Yayınları. 27.Baskı. İstanbul 2015